25 Aralık 2010 Cumartesi

KÜRT SORUNUNDA SOMUT TARTIŞMA ZEMİNİ KAÇIRILMAMASI GEREKEN BİR FIRSATTIR....

                                         Bu sadece ifade özgürlüğünün kullanılması açısından değil, kimin ne düşündüğü ve sorunlara ne türden çözümler ürettiğini açık seçik anlamak bakımından çok önemlidir. Kürt sorununun çözümü yolunda 2009`da başlayan önemli sayılacak adımlar atıldı, ama hâlâ bütün ağırlığıyla devam ediyor. Ve bugüne kadar herkesin haklı olarak Kürt tarafına yönelttiği eleştirilerden biri "Ne istediklerini bilmiyoruz, somut talepler ortaya koymuyorlar" şeklindeydi. Şimdi karşımıza en azından konuşulmaya, tartışılmaya mesnet teşkil edecek bir taslak metin var. Olumlu veya olumsuz herkes fikrini ortaya koyabilirse, çözüm yönünde daha sağlıklı adımları hep beraber atmış olacağız. Söz konusu taslakta şu temel sorunlar var:

1) Her ne kadar metnin içerik başlığı "demokratik özerklik" ise de, kavramsal çerçevesi, öngördüğü çözüm ve tahayyül ettiği bölge fikri, bize "federasyon" çözümünü çağrıştırmaktadır. Hatta taslağın "federasyonun altyapısını teşkil etmeye matuf bir hazırlık" dahi olduğu söylenebilir.

2) Metnin özerklik tasarımı "etnik ve bölgesel" zeminde düşünülmüş ve hazırlanmıştır. "Etnik" olarak düşünüldüğünde, söz konusu çözümün a) Türkiye`de yaşayan bütün Kürtlerin çözüm önerisi olduğu söylenemez. Zira bu çözümün arkasında duran BDP`nin bugünkü oy oranı yüzde 6 veya 6,5 civarındadır ki, bu genel Kürt seçmen düşünüldüğünde ancak yüzde 25-30`una tekabül eder. Başka bir ifadeyle Türkiye Kürtlerinin en azından her üçünden ikisi PKK ve BDP`nin yanında değildir; dolayısıyla "etnik" olarak bu çözüm Kürtlerin tamamının çözümü olarak öne sürülemez. b) "Bölgesel" olarak düşünüldüğünde Kürtlerin yüzde 60`ı Türkiye`nin batısında, büyük şehirlerde ve sahil şeridinde yaşıyor. Yoğun olarak yaşadıkları Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi`nde ise -Hakkâri`den Ağrı`ya, Van`dan Gaziantep`e kadar- hangi şehirlerin özerklik kapsamına gireceği ve bunun için hangi kriterlerin esas alınacağı açık seçik ortaya konulmalıdır. Mesela yerel yönetimlerin BDP`nin elinde olduğu illerin bu kapsamda düşünüldüğü söylenebilir mi? Bu bir kriter olabilir mi?

3) Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi`nde başka etnik gruplar da yaşamaktadır. Bu iki bölgede yaşayan Türkler, Araplar ve Süryaniler acaba özerklik konusunda ne düşünüyorlar? Onların fikri ve rızası alındı mı? Alınmadıysa, ucu federasyona varacak olan böyle bir projede Türkler ve Araplar, "kalabalık azınlıklar" durumuna düşmeyi kabul edecekler mi?

4) Tasarlandığı kadarıyla özerklik projesi sadece Güneydoğu ve Doğu bölgelerinde yürürlüğe konamaz, Türkiye`nin diğer bölgelerinin de bu çerçevede yeniden idari olarak örgütlenmesi gerekir. Acaba Karadeniz, İç Anadolu, Marmara, Trakya, Ege ve Akdeniz`de yaşayanlar bunu ister mi? İstemiyorsa, sadece belli bir bölgede bu fikir nasıl hayata geçebilir?

5) Söz konusu proje, genel ve yeni bir anayasa olmadan destekçileri tarafından tek taraflı olarak mı hayata geçirilecek, yoksa yeni bir anayasayı mı gerektirecek?

6) Taslağın baskın karakteri 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Sovyetler`de Lenin, sonra Stalin tarafından uygulanan komün toplum, solhoz ve kolhoz sistemini, bir parça Tito`nun özyönetim modelini çağrıştırmakta ve sadece bu özelliğiyle insanların tüylerini diken diken etmektedir.

7) Metnin asıl başlığı "Demokratik Özerk Kürdistan"dır. Tarihte Kürtlerin yaşadığı bölgeye "Kürdistan" denmiştir. Ancak tarihî tanımlamalar ile `modern` tanımlamalar farklıdır. Modern tanımlama idari, politik muhteva taşır ve diğer etnik ya da dinî grupları dönüştürür.

8) Taslakta geçen "Şehir, kasaba, mahalle ve köyde yaşayan tüm halklar faşist, gerici ve soykırımcı saldırılara karşı bilinçli ve duyarlı olur, öz savunma esnasında bu yönelimler karşısında toplumsal direnişi ifade eder" cümlesi, PKK ve BDP çizgisinde olmayan herkesin kalbine korku ve tehdit salmaya matuf değilse, ne anlama gelir

19 Aralık 2010 Pazar

BEN(CIL)LIK , SEN(CI)LIK......VE ÖTESİ....

Benden, benlikten söz ederken, “sen”den, ötekinden de söz etmek durumundayız. Elbette benlik kavramı ve benliğin ne olduğu üzerine psikolojiden felsefeye ve edebiyata kadar çeşitli disiplinlerde çok şey yazılmış ve söylenmiş bulunmaktadır.

Bu yazıma başlarken “ben” üzerine üç şiirden bazı alıntılar yapacağım:

“beni bende demen bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri” (Yunus Emre)

“bakanlar bana
gövdemi görürler
Ben başka yerdeyim” (Asaf Halet Çelebi)

“elimden gelen bu ben iki kişiyim
Çoğalmak neyse ne azalmak zor” (Attila İlhan)

Her insan bir bendir, kendi benlik bilincine sahiptir. Ama ben olmak ile bencil olmak aynı şey değildir. Gerçekten benliğinin bilincinde olan, ben olan kişi sencil olabilir ancak. Çünkü sen’i bilmeyen, anlamayan, sen ile kendini oluşturmayan ve tamamlamayan ben, eksik bir ben olarak kalmaya yazgılıdır. Söz konusu eksikliğin ve çarpıklığın görünümleri, şiddet, terör, cinayet, kıyım vb. olarak dünyamızı yaşanılmaz bir yere dönüştürmektedir.

Ben, varoluşsal bir kavram ve gerçekliktir. Ben, hem maddi hem de tinsel bir gerçekliktir. Bencillik ise varolan bir ben’in diğerleriyle ilişkisinde ortaya çıkan bir tutum/anlayış, ilişki biçimi ve etik boyutu içeren bir eylem tarzıdır.

Bir ben olarak her insan, kim olduğunu, ne olduğunu ve olması gerektiğini kendine sorar. Bir bakıma felsefe de insanın kendi varoluşunun neliğine yönelik sorularla kendini ifade eder. Bu soruları araştıran başka insan bilimleri de vardır günümüzde. Ama felsefenin temel soruları diğer bilgi disiplinleri için de yol açıcı ve aydınlatıcıdır.

Bir ben olarak her insan, diğerleriyle birlikte ve onlarla kurduğu ilişkiler/iletişimler bağlamında kendi benliğini de oluşturur ve bunun bilincini edinir. Unutulmaması gereken önemli bir şey de şudur: diğerleri karşısında her kişi, her ben de bir “öteki”dir. Ben nasıl bir öteki ise, öteki de bir ben’dir. Bu gerçeği gözden kaçırmanın ya da görmezden gelmenin bedelini, gerek kişisel ilişkilerimizde gerekse toplumsal-kültürel ortamda, her gün çok ağır biçimde ödemiyor muyuz?

Kendine bakan, ben’inin aynasında ötekini de görebiliyorsa, kendini görebilir. Aklımız bir gözümüz ise kalbimiz ikinci gözümüz değil midir? Bütün gözlerini kapatan insanlar olabilir. Ama tümüyle kör olan, körleşen bir insan olabilir mi?

Felsefe, şiir, bilim başta olmak üzere, bütün bilgi biçimleri insana kendini, kendi benini ve ötekini görmeye yönelen bir göz ve bakış edinme olanaklarını sunabildikleri ölçüde anlamlı ve değerli olmazlar mı?

BİR SORU: KİMİM?

Bir soru sor kendine: ben kimim? Olabilir soracağın soru, ya da başka bir soru...Bu soruyu başkalarına da sorabilirsin elbette. Sorduğun kişilere göre, bu soruya farklı yanıtlar alabilirsin. Anne-baban, “çocuğumuzsun” diyeceklerdir, öğretmenlerin “öğrencimsin”, arkadaşların ise “arkadaşımsın” diyeceklerdir. Eğer kardeşin varsa, “kardeşimsin” diye yanıt vereceklerdir soruna. Alışveriş yaptığın market ya da manav “müşterimsin” diyecektir. Bir devlet görevlisine soracak olursan, “yurttaşsın” yanıtını alacaksın büyük olasılıkla.

Hangi kişilere sorarsan, onlarla olan ilişkilerine/ konumuna göre, alacağın yanıtlar ve karşılıklar da farklı olacaktır. Bütün bu yanıtlar seni tanımlamada, kim olduğunu belirginleştirmede büyük bir rol oynayacaktır hiç şüphesiz. Ancak “kimim?” sorusuna, insanın kendisi bir yanıt vermedikçe, herşeyden önce de bu soruyu kendisine sormadıkça, ne kadar çok yanıt alırsa alsın, bu farklı yanıtlar çokluğunda yine de bir eksiklik söz konusu olacaktır. Niçin mi? “Ben kimim?” sorusunu yönelteceğimiz herkes, bizi kendi bakış açılarına ve konumlarına göre tanımlama ve değerlendirme durumundadırlar. Aynı şey bizim başkalarına yönelik tutum ve değerlendirmelerimiz için de geçerlidir.

“Ben kimim?” sorusu, insanın kendini tanıma ve bilme çabasının başlangıcını oluşturur. Felsefe, bilim, sanat ve öncelikle de eğitim, kişilere bu soruyu sordurabiliyor ve yanıt aramada yollar-yöntemler sunabiliyorsa, işlevini yerine getirebiliyor demektir.

Sahi, sen bu soruyu sormuş muydun kendine?

Sormadıysan, henüz geç kalmış sayılmazsın. Yanıtları bulmak uzun zaman alabilir, ama önemli olan bir soru sorup onun ardından gidebilmek değil midir? İnsan yaşamını anlamlı ve değerli kılan da, sorulardan yanıtlara yanıtlardan sorulara doğru sürüp giden bir düşünme, arama, öğrenme ve yaratma serüveni değil midir?

Sözler:

“Kendi kendimi araştırdım.” (Herakleitos)

Dizeler:

“Ne dedim, ne yaptım
Nasıl davrandım?
Düştüm peşime izledim.
Sanki ben ve bendim
Önümsıra, ardımsıra
Dehlizinde kendimizin.” (Metin Altıok)

BİR BAŞKA SORU: ÖTEKİ KİM?

“Ben kimim?” sorusu, başka bir soruyu da içerir: “öteki kim?” Çünkü kendimizi soru konusu yaparken, bu sorgulamayı ve soru sormayı başkaları olmadan yapamayız. Başkalarından/ötekilerden dolayı kendimizi sorgulamaya yöneliriz. İnsan, birey olarak belli bir çağda ve toplumda yaşayan bir varlıktır. Toplum ise öteki bireylerle birlikte olduğumuz anlamına gelir. Yalnızlıklarımız da toplumsaldır. Bu yüzden kendimizle ilgili soruların ve problemlerin öteki/lerle ilişkili olarak ele alınması gereklidir. Kendi yüzüne bakan ötekine de bakar, ötekine bakan kendine de bakmış olur, görmese de...

Ben, ötekilerle birlikteyim. Benim için öteki bireyler, birer öteki olduğu gibi, ben de onlara göre bir “öteki” olarak varım. Öteki kim? Annem-babam, kardeşim, arkadaşlarım, sevgilim, eşim, çocuklarım...Bir bakıma benim dışımdaki bütün bireyler ötekidir. Öteki, başkasının varlığını/varoluşunu ifade eden ontolojik bir kavramdır. Ancak bu kavram, etik-politik ve estetik değer yargılarından ve bakış açılarından da bağımsız değildir. Bu nedenle ötekini düşünürken, ona yönelirken ve ona doğru eylerken, “ötekileştirme” tutumundan kaçınmak gerekir. Ama yaşamda sık sık düşeriz, ötekileştirme tuzağına. “Öteki”ne yönelik bilincimizin bulanıklığı/çarpıklığı bu durumun başlıca nedenlerinden biridir.

Ötekini niçin ötekileştiririz? Başkalarının benim gibi olmasını, benim gibi düşünmesini, kısacası bana tabi olmasını ve benden bağımsız özgür ve özgün varoluşuna saygısız davranmayı doğru gördüğümde, ötekileştiririm ötekini. Ötekileştirme, kişiler arasında problemler yarattığı gibi, toplumlar ve kültürler arasında da aynı şey söz konusudur. Çatıştırılmak istenen “uygarlıklar”, aslında önce ötekileştirilmektedir. Batı Doğu’yu ötekileştirmiştir bugüne kadar, AB de bizi ötekileştiriyor, ABD ise bütün dünyayı...

Kendimi anlamam-bilmem ve yaşamam için ötekine ihtiyacım var. İnsan olmak, kişi olmak, ancak ötekilerle birlikte söz konusudur. Ötekileştirme, insanın insan olma kimliğine yabancılaşmasıdır. Köle-efendi diyalektiğini aşamayan bir dünyada, ötekilerle ilişkilerimiz hep kırılgan ve çarpık olacaktır. Ötekileştirme, anlamayı ve diyalogu da imkansız kılar.

Özgürlük bilinci ve mutluluk isteği, hem kendimiz için hem de öteki için, ortak bir yaşama temeli olarak anlaşılıp özümsenmedikçe, yeryüzünün trajedi vadilerinde akan kan ve gözyaşı nehirleri kurumayacaktır.

“Demir Ökçe”nin dünya ve insanlık üzerindeki ayak izleri, küresel masalların silemeyeceği kadar derin değil midir?

Sözler:
“Her insanda insanlığın bütün halleri vardır.” (Montaigne)

Dizeler:
“bir başkasının yaşantısıdır dönüp ardımıza baksak çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tuksak” (Attila İlhan)

YALNIZ VE BİRLİKTE

Bir şiirinde şöyle diyor Ataol Behramoğlu: “Ölümdür yaşanan tek başına/Aşk iki kişiliktir.” Evet belki başkası için yaşayabiliriz, yaşamımızı adayabiliriz, ama başkasının yerine ölmek mümkün değildir. Belki aşk iki kişiliktir ama yine her iki kişi de bu aşkı kendilerince yaşarlar, hissederler ve paylaşırlar. Aşk, sevgi kişiler arsındaki mesafeleri kapatır, sisleri dağıtır ve yakınlaştırır bizi, ama yine de sevgi bile bazen ulaştırmayabilir bizi bir başkasına.

Yalnızlık duygusu ve bilinci, başkalarıyla birlikteyken de duyulabilir. Kimi beraberlikler yalnızlıktan kurtarmayabilir kişiyi. Anlaşılmadığımızı düşündüğümüzde, bir kişi olarak değer görmediğimizi düşündüğümüzde, yalnızlık değil midir hissettiğimiz? İnsan yaşamında kurduğu, kurmaya çalıştığı birliktelikler yalnızlığa bir çare, bir önlem olarak düşünülmemelidir. En büyük birliktelik: toplum. Ama bunun içinde yalnız da olabilmelidir birey. Yalnızlığa hakkı olmalıdır. Ancak bu başkalarından uzaklaşma, onlara yabancılaşma anlamında bir yalnızlık değildir. Kendimizi dinleme ve anlama imkanı bulabilmek ve kendimizi dile getirebilmek için gerekli olan bir yalnızlıktır sözünü ettiğim. Filozofun ya da sanatçının yalnızlıkları gibi yaratıcı bir yalnızlık, insanlardan uzaklaştıran değil, onları anlamaya götüren bir yalnızlık. Yalnız olmayı bilemeyen birlikte olmayı bilebilir mi?

Her beraberliğin içinde yalnızlıkları taşıdığını düşünüyorum. Her yalnızlık da beraberliklerin izlerini taşır içinde. Ne kadar çekilsek de kendi köşemize, kabuğumuza, toplumsallığın renginden ve kokusundan sıyrılamayız. Yalnız olmayı bilmek bir bakıma, birey olmanın, kendi başına varolabilmenin ve kendi aklıyla düşünebilmenin de bir göstergesidir. Bir bakıma yalnızlık özgürlüğün de olanaklarından biridir. Yalnızlığı göze alabilen kişiler değil midir, toplumsal gerçekliği sorgulayan ve karşı duruşunu ortaya koyabilenler? Kimi beraberlikler kendiliğinden oluşur yaşamın akışı içinde. Ama çoğu beraberliği kendimiz yaratırız duygularımızla, düşüncelerimiz ve değerlerimizle. Günümüzde bencilliğin ve bireyciliğin yaygınlaşması, beraberlikleri (sevgi, dostluk vb.) zorlaştırmakta ve kişileri yalnızlaştırmaktadır. Bu, kişiyi kendini arama ve anlama anlamında bir yalnızlık değil, kendi dünyasına kapanma ve sığınma anlamında bir yalnızlıktır. Başkasında kendini göremeyen ve bulamayanlar ya da başka deyişle kendisinde başkasını göremeyenler, yalnızlık kalesine kendini kilitleyenler değil midir? İletişim çağında yalnızlıkların da çoğalması, insanın değerlerindeki bir azalmanın ve çöküşün de işareti değil midir?

Sözler:

“Herkesin yaşamında öyle saatler görülür ki, insan yalnızlığı verip, ne denli yavan ve ucuz olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna yalnızlığı elden çıkarmak ister...” (Rainer Maria Rilke)

Dizeler:

“nedir mi yalnızlık -kendine sor önce-
Bir sabah, erkenden, bir kır çiçeğinin üzerinde
Görünce parladığını bir çiy tanesinin” (Edip Cansever)

12 Aralık 2010 Pazar

SUSTURMAK ÜZERİNE GELİŞMESİ BEKLENEN DEMOKRASİ ANLAYIŞIMIZ

                   Günlerdir bir yumurta atma olayı dır konusuluyor..dun Ahmet KAYA nın ölümünün onuncu yıl dönümüydü.on yıl önce o da düşüncelerini söylemeye çalışırken çatal bıçak atılmıştı.bugunden o güne bakılırken yapılanın ne buyuk bır haksızlık oldugunu anlatan 'devlet buyuklerimizi','politikacılarımızı'goruyorum.bugunde atılan yumurtaları savunmaya çalısanları.  
                 
                   Bence Ahmet kaya ya atılan bıcak çatalla Burhan kuzu ve süheyl Batum a atılan yumurta arasında fark varmı? bence yok:özgürlük susturmak üzerine değil,konuşarak konuşturarak gelişir. bıcak ve catalı atanlarla yumurtayı atanlar arasında fark varmı?bence yok....