25 Aralık 2010 Cumartesi

KÜRT SORUNUNDA SOMUT TARTIŞMA ZEMİNİ KAÇIRILMAMASI GEREKEN BİR FIRSATTIR....

                                         Bu sadece ifade özgürlüğünün kullanılması açısından değil, kimin ne düşündüğü ve sorunlara ne türden çözümler ürettiğini açık seçik anlamak bakımından çok önemlidir. Kürt sorununun çözümü yolunda 2009`da başlayan önemli sayılacak adımlar atıldı, ama hâlâ bütün ağırlığıyla devam ediyor. Ve bugüne kadar herkesin haklı olarak Kürt tarafına yönelttiği eleştirilerden biri "Ne istediklerini bilmiyoruz, somut talepler ortaya koymuyorlar" şeklindeydi. Şimdi karşımıza en azından konuşulmaya, tartışılmaya mesnet teşkil edecek bir taslak metin var. Olumlu veya olumsuz herkes fikrini ortaya koyabilirse, çözüm yönünde daha sağlıklı adımları hep beraber atmış olacağız. Söz konusu taslakta şu temel sorunlar var:

1) Her ne kadar metnin içerik başlığı "demokratik özerklik" ise de, kavramsal çerçevesi, öngördüğü çözüm ve tahayyül ettiği bölge fikri, bize "federasyon" çözümünü çağrıştırmaktadır. Hatta taslağın "federasyonun altyapısını teşkil etmeye matuf bir hazırlık" dahi olduğu söylenebilir.

2) Metnin özerklik tasarımı "etnik ve bölgesel" zeminde düşünülmüş ve hazırlanmıştır. "Etnik" olarak düşünüldüğünde, söz konusu çözümün a) Türkiye`de yaşayan bütün Kürtlerin çözüm önerisi olduğu söylenemez. Zira bu çözümün arkasında duran BDP`nin bugünkü oy oranı yüzde 6 veya 6,5 civarındadır ki, bu genel Kürt seçmen düşünüldüğünde ancak yüzde 25-30`una tekabül eder. Başka bir ifadeyle Türkiye Kürtlerinin en azından her üçünden ikisi PKK ve BDP`nin yanında değildir; dolayısıyla "etnik" olarak bu çözüm Kürtlerin tamamının çözümü olarak öne sürülemez. b) "Bölgesel" olarak düşünüldüğünde Kürtlerin yüzde 60`ı Türkiye`nin batısında, büyük şehirlerde ve sahil şeridinde yaşıyor. Yoğun olarak yaşadıkları Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi`nde ise -Hakkâri`den Ağrı`ya, Van`dan Gaziantep`e kadar- hangi şehirlerin özerklik kapsamına gireceği ve bunun için hangi kriterlerin esas alınacağı açık seçik ortaya konulmalıdır. Mesela yerel yönetimlerin BDP`nin elinde olduğu illerin bu kapsamda düşünüldüğü söylenebilir mi? Bu bir kriter olabilir mi?

3) Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi`nde başka etnik gruplar da yaşamaktadır. Bu iki bölgede yaşayan Türkler, Araplar ve Süryaniler acaba özerklik konusunda ne düşünüyorlar? Onların fikri ve rızası alındı mı? Alınmadıysa, ucu federasyona varacak olan böyle bir projede Türkler ve Araplar, "kalabalık azınlıklar" durumuna düşmeyi kabul edecekler mi?

4) Tasarlandığı kadarıyla özerklik projesi sadece Güneydoğu ve Doğu bölgelerinde yürürlüğe konamaz, Türkiye`nin diğer bölgelerinin de bu çerçevede yeniden idari olarak örgütlenmesi gerekir. Acaba Karadeniz, İç Anadolu, Marmara, Trakya, Ege ve Akdeniz`de yaşayanlar bunu ister mi? İstemiyorsa, sadece belli bir bölgede bu fikir nasıl hayata geçebilir?

5) Söz konusu proje, genel ve yeni bir anayasa olmadan destekçileri tarafından tek taraflı olarak mı hayata geçirilecek, yoksa yeni bir anayasayı mı gerektirecek?

6) Taslağın baskın karakteri 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Sovyetler`de Lenin, sonra Stalin tarafından uygulanan komün toplum, solhoz ve kolhoz sistemini, bir parça Tito`nun özyönetim modelini çağrıştırmakta ve sadece bu özelliğiyle insanların tüylerini diken diken etmektedir.

7) Metnin asıl başlığı "Demokratik Özerk Kürdistan"dır. Tarihte Kürtlerin yaşadığı bölgeye "Kürdistan" denmiştir. Ancak tarihî tanımlamalar ile `modern` tanımlamalar farklıdır. Modern tanımlama idari, politik muhteva taşır ve diğer etnik ya da dinî grupları dönüştürür.

8) Taslakta geçen "Şehir, kasaba, mahalle ve köyde yaşayan tüm halklar faşist, gerici ve soykırımcı saldırılara karşı bilinçli ve duyarlı olur, öz savunma esnasında bu yönelimler karşısında toplumsal direnişi ifade eder" cümlesi, PKK ve BDP çizgisinde olmayan herkesin kalbine korku ve tehdit salmaya matuf değilse, ne anlama gelir

19 Aralık 2010 Pazar

BEN(CIL)LIK , SEN(CI)LIK......VE ÖTESİ....

Benden, benlikten söz ederken, “sen”den, ötekinden de söz etmek durumundayız. Elbette benlik kavramı ve benliğin ne olduğu üzerine psikolojiden felsefeye ve edebiyata kadar çeşitli disiplinlerde çok şey yazılmış ve söylenmiş bulunmaktadır.

Bu yazıma başlarken “ben” üzerine üç şiirden bazı alıntılar yapacağım:

“beni bende demen bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri” (Yunus Emre)

“bakanlar bana
gövdemi görürler
Ben başka yerdeyim” (Asaf Halet Çelebi)

“elimden gelen bu ben iki kişiyim
Çoğalmak neyse ne azalmak zor” (Attila İlhan)

Her insan bir bendir, kendi benlik bilincine sahiptir. Ama ben olmak ile bencil olmak aynı şey değildir. Gerçekten benliğinin bilincinde olan, ben olan kişi sencil olabilir ancak. Çünkü sen’i bilmeyen, anlamayan, sen ile kendini oluşturmayan ve tamamlamayan ben, eksik bir ben olarak kalmaya yazgılıdır. Söz konusu eksikliğin ve çarpıklığın görünümleri, şiddet, terör, cinayet, kıyım vb. olarak dünyamızı yaşanılmaz bir yere dönüştürmektedir.

Ben, varoluşsal bir kavram ve gerçekliktir. Ben, hem maddi hem de tinsel bir gerçekliktir. Bencillik ise varolan bir ben’in diğerleriyle ilişkisinde ortaya çıkan bir tutum/anlayış, ilişki biçimi ve etik boyutu içeren bir eylem tarzıdır.

Bir ben olarak her insan, kim olduğunu, ne olduğunu ve olması gerektiğini kendine sorar. Bir bakıma felsefe de insanın kendi varoluşunun neliğine yönelik sorularla kendini ifade eder. Bu soruları araştıran başka insan bilimleri de vardır günümüzde. Ama felsefenin temel soruları diğer bilgi disiplinleri için de yol açıcı ve aydınlatıcıdır.

Bir ben olarak her insan, diğerleriyle birlikte ve onlarla kurduğu ilişkiler/iletişimler bağlamında kendi benliğini de oluşturur ve bunun bilincini edinir. Unutulmaması gereken önemli bir şey de şudur: diğerleri karşısında her kişi, her ben de bir “öteki”dir. Ben nasıl bir öteki ise, öteki de bir ben’dir. Bu gerçeği gözden kaçırmanın ya da görmezden gelmenin bedelini, gerek kişisel ilişkilerimizde gerekse toplumsal-kültürel ortamda, her gün çok ağır biçimde ödemiyor muyuz?

Kendine bakan, ben’inin aynasında ötekini de görebiliyorsa, kendini görebilir. Aklımız bir gözümüz ise kalbimiz ikinci gözümüz değil midir? Bütün gözlerini kapatan insanlar olabilir. Ama tümüyle kör olan, körleşen bir insan olabilir mi?

Felsefe, şiir, bilim başta olmak üzere, bütün bilgi biçimleri insana kendini, kendi benini ve ötekini görmeye yönelen bir göz ve bakış edinme olanaklarını sunabildikleri ölçüde anlamlı ve değerli olmazlar mı?

BİR SORU: KİMİM?

Bir soru sor kendine: ben kimim? Olabilir soracağın soru, ya da başka bir soru...Bu soruyu başkalarına da sorabilirsin elbette. Sorduğun kişilere göre, bu soruya farklı yanıtlar alabilirsin. Anne-baban, “çocuğumuzsun” diyeceklerdir, öğretmenlerin “öğrencimsin”, arkadaşların ise “arkadaşımsın” diyeceklerdir. Eğer kardeşin varsa, “kardeşimsin” diye yanıt vereceklerdir soruna. Alışveriş yaptığın market ya da manav “müşterimsin” diyecektir. Bir devlet görevlisine soracak olursan, “yurttaşsın” yanıtını alacaksın büyük olasılıkla.

Hangi kişilere sorarsan, onlarla olan ilişkilerine/ konumuna göre, alacağın yanıtlar ve karşılıklar da farklı olacaktır. Bütün bu yanıtlar seni tanımlamada, kim olduğunu belirginleştirmede büyük bir rol oynayacaktır hiç şüphesiz. Ancak “kimim?” sorusuna, insanın kendisi bir yanıt vermedikçe, herşeyden önce de bu soruyu kendisine sormadıkça, ne kadar çok yanıt alırsa alsın, bu farklı yanıtlar çokluğunda yine de bir eksiklik söz konusu olacaktır. Niçin mi? “Ben kimim?” sorusunu yönelteceğimiz herkes, bizi kendi bakış açılarına ve konumlarına göre tanımlama ve değerlendirme durumundadırlar. Aynı şey bizim başkalarına yönelik tutum ve değerlendirmelerimiz için de geçerlidir.

“Ben kimim?” sorusu, insanın kendini tanıma ve bilme çabasının başlangıcını oluşturur. Felsefe, bilim, sanat ve öncelikle de eğitim, kişilere bu soruyu sordurabiliyor ve yanıt aramada yollar-yöntemler sunabiliyorsa, işlevini yerine getirebiliyor demektir.

Sahi, sen bu soruyu sormuş muydun kendine?

Sormadıysan, henüz geç kalmış sayılmazsın. Yanıtları bulmak uzun zaman alabilir, ama önemli olan bir soru sorup onun ardından gidebilmek değil midir? İnsan yaşamını anlamlı ve değerli kılan da, sorulardan yanıtlara yanıtlardan sorulara doğru sürüp giden bir düşünme, arama, öğrenme ve yaratma serüveni değil midir?

Sözler:

“Kendi kendimi araştırdım.” (Herakleitos)

Dizeler:

“Ne dedim, ne yaptım
Nasıl davrandım?
Düştüm peşime izledim.
Sanki ben ve bendim
Önümsıra, ardımsıra
Dehlizinde kendimizin.” (Metin Altıok)

BİR BAŞKA SORU: ÖTEKİ KİM?

“Ben kimim?” sorusu, başka bir soruyu da içerir: “öteki kim?” Çünkü kendimizi soru konusu yaparken, bu sorgulamayı ve soru sormayı başkaları olmadan yapamayız. Başkalarından/ötekilerden dolayı kendimizi sorgulamaya yöneliriz. İnsan, birey olarak belli bir çağda ve toplumda yaşayan bir varlıktır. Toplum ise öteki bireylerle birlikte olduğumuz anlamına gelir. Yalnızlıklarımız da toplumsaldır. Bu yüzden kendimizle ilgili soruların ve problemlerin öteki/lerle ilişkili olarak ele alınması gereklidir. Kendi yüzüne bakan ötekine de bakar, ötekine bakan kendine de bakmış olur, görmese de...

Ben, ötekilerle birlikteyim. Benim için öteki bireyler, birer öteki olduğu gibi, ben de onlara göre bir “öteki” olarak varım. Öteki kim? Annem-babam, kardeşim, arkadaşlarım, sevgilim, eşim, çocuklarım...Bir bakıma benim dışımdaki bütün bireyler ötekidir. Öteki, başkasının varlığını/varoluşunu ifade eden ontolojik bir kavramdır. Ancak bu kavram, etik-politik ve estetik değer yargılarından ve bakış açılarından da bağımsız değildir. Bu nedenle ötekini düşünürken, ona yönelirken ve ona doğru eylerken, “ötekileştirme” tutumundan kaçınmak gerekir. Ama yaşamda sık sık düşeriz, ötekileştirme tuzağına. “Öteki”ne yönelik bilincimizin bulanıklığı/çarpıklığı bu durumun başlıca nedenlerinden biridir.

Ötekini niçin ötekileştiririz? Başkalarının benim gibi olmasını, benim gibi düşünmesini, kısacası bana tabi olmasını ve benden bağımsız özgür ve özgün varoluşuna saygısız davranmayı doğru gördüğümde, ötekileştiririm ötekini. Ötekileştirme, kişiler arasında problemler yarattığı gibi, toplumlar ve kültürler arasında da aynı şey söz konusudur. Çatıştırılmak istenen “uygarlıklar”, aslında önce ötekileştirilmektedir. Batı Doğu’yu ötekileştirmiştir bugüne kadar, AB de bizi ötekileştiriyor, ABD ise bütün dünyayı...

Kendimi anlamam-bilmem ve yaşamam için ötekine ihtiyacım var. İnsan olmak, kişi olmak, ancak ötekilerle birlikte söz konusudur. Ötekileştirme, insanın insan olma kimliğine yabancılaşmasıdır. Köle-efendi diyalektiğini aşamayan bir dünyada, ötekilerle ilişkilerimiz hep kırılgan ve çarpık olacaktır. Ötekileştirme, anlamayı ve diyalogu da imkansız kılar.

Özgürlük bilinci ve mutluluk isteği, hem kendimiz için hem de öteki için, ortak bir yaşama temeli olarak anlaşılıp özümsenmedikçe, yeryüzünün trajedi vadilerinde akan kan ve gözyaşı nehirleri kurumayacaktır.

“Demir Ökçe”nin dünya ve insanlık üzerindeki ayak izleri, küresel masalların silemeyeceği kadar derin değil midir?

Sözler:
“Her insanda insanlığın bütün halleri vardır.” (Montaigne)

Dizeler:
“bir başkasının yaşantısıdır dönüp ardımıza baksak çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tuksak” (Attila İlhan)

YALNIZ VE BİRLİKTE

Bir şiirinde şöyle diyor Ataol Behramoğlu: “Ölümdür yaşanan tek başına/Aşk iki kişiliktir.” Evet belki başkası için yaşayabiliriz, yaşamımızı adayabiliriz, ama başkasının yerine ölmek mümkün değildir. Belki aşk iki kişiliktir ama yine her iki kişi de bu aşkı kendilerince yaşarlar, hissederler ve paylaşırlar. Aşk, sevgi kişiler arsındaki mesafeleri kapatır, sisleri dağıtır ve yakınlaştırır bizi, ama yine de sevgi bile bazen ulaştırmayabilir bizi bir başkasına.

Yalnızlık duygusu ve bilinci, başkalarıyla birlikteyken de duyulabilir. Kimi beraberlikler yalnızlıktan kurtarmayabilir kişiyi. Anlaşılmadığımızı düşündüğümüzde, bir kişi olarak değer görmediğimizi düşündüğümüzde, yalnızlık değil midir hissettiğimiz? İnsan yaşamında kurduğu, kurmaya çalıştığı birliktelikler yalnızlığa bir çare, bir önlem olarak düşünülmemelidir. En büyük birliktelik: toplum. Ama bunun içinde yalnız da olabilmelidir birey. Yalnızlığa hakkı olmalıdır. Ancak bu başkalarından uzaklaşma, onlara yabancılaşma anlamında bir yalnızlık değildir. Kendimizi dinleme ve anlama imkanı bulabilmek ve kendimizi dile getirebilmek için gerekli olan bir yalnızlıktır sözünü ettiğim. Filozofun ya da sanatçının yalnızlıkları gibi yaratıcı bir yalnızlık, insanlardan uzaklaştıran değil, onları anlamaya götüren bir yalnızlık. Yalnız olmayı bilemeyen birlikte olmayı bilebilir mi?

Her beraberliğin içinde yalnızlıkları taşıdığını düşünüyorum. Her yalnızlık da beraberliklerin izlerini taşır içinde. Ne kadar çekilsek de kendi köşemize, kabuğumuza, toplumsallığın renginden ve kokusundan sıyrılamayız. Yalnız olmayı bilmek bir bakıma, birey olmanın, kendi başına varolabilmenin ve kendi aklıyla düşünebilmenin de bir göstergesidir. Bir bakıma yalnızlık özgürlüğün de olanaklarından biridir. Yalnızlığı göze alabilen kişiler değil midir, toplumsal gerçekliği sorgulayan ve karşı duruşunu ortaya koyabilenler? Kimi beraberlikler kendiliğinden oluşur yaşamın akışı içinde. Ama çoğu beraberliği kendimiz yaratırız duygularımızla, düşüncelerimiz ve değerlerimizle. Günümüzde bencilliğin ve bireyciliğin yaygınlaşması, beraberlikleri (sevgi, dostluk vb.) zorlaştırmakta ve kişileri yalnızlaştırmaktadır. Bu, kişiyi kendini arama ve anlama anlamında bir yalnızlık değil, kendi dünyasına kapanma ve sığınma anlamında bir yalnızlıktır. Başkasında kendini göremeyen ve bulamayanlar ya da başka deyişle kendisinde başkasını göremeyenler, yalnızlık kalesine kendini kilitleyenler değil midir? İletişim çağında yalnızlıkların da çoğalması, insanın değerlerindeki bir azalmanın ve çöküşün de işareti değil midir?

Sözler:

“Herkesin yaşamında öyle saatler görülür ki, insan yalnızlığı verip, ne denli yavan ve ucuz olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna yalnızlığı elden çıkarmak ister...” (Rainer Maria Rilke)

Dizeler:

“nedir mi yalnızlık -kendine sor önce-
Bir sabah, erkenden, bir kır çiçeğinin üzerinde
Görünce parladığını bir çiy tanesinin” (Edip Cansever)

12 Aralık 2010 Pazar

SUSTURMAK ÜZERİNE GELİŞMESİ BEKLENEN DEMOKRASİ ANLAYIŞIMIZ

                   Günlerdir bir yumurta atma olayı dır konusuluyor..dun Ahmet KAYA nın ölümünün onuncu yıl dönümüydü.on yıl önce o da düşüncelerini söylemeye çalışırken çatal bıçak atılmıştı.bugunden o güne bakılırken yapılanın ne buyuk bır haksızlık oldugunu anlatan 'devlet buyuklerimizi','politikacılarımızı'goruyorum.bugunde atılan yumurtaları savunmaya çalısanları.  
                 
                   Bence Ahmet kaya ya atılan bıcak çatalla Burhan kuzu ve süheyl Batum a atılan yumurta arasında fark varmı? bence yok:özgürlük susturmak üzerine değil,konuşarak konuşturarak gelişir. bıcak ve catalı atanlarla yumurtayı atanlar arasında fark varmı?bence yok....

25 Kasım 2010 Perşembe

ASKERİ VESAYET Mİ SİVİL VESAYET Mİ ?

Son günlerde gündemi meşgul eden “askeri vesayet mi sivil vesayet mi?” sorunsalının birden fazla parametresi olduğunu düşünüyorum. Öncelikle unutmamak gerekir ki Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyasetten elini çekerek sadece ülke savunmasına odaklanmasını istemek, orduya hakaret ya da onu yıpratmak anlamına gelmez. Çünkü demokratik bir hukuk devletinde olması gereken ordunun siyasete karışmamasıdır. Hiçbir gerçek demokraside ordunun rolü dış savunmanın ötesine geçmemekte, Genel Kurmay Başkanı bizde olduğu kadar sık ekranlara çıkıp iç siyasete müdahale etmemektedir. Hatta gelişmiş ülkelerin pek çoğunda halk Genel Kurmay Başkanının kim olduğunu dahi bilmez. Ve bu ille de kötü bir durum değil, tam tersine, demokratik bir hukuk devletinin doğal sonucudur.
Ancak son zamanlarda, kimilerince “ordunun yıpratılması” olarak algılanan durumun farklı bir veçhesi daha var. Özellikle altını çizmek isterim: orduyu “yıpratmak” kavramı sadece Türkiye’de geçerli olan bir kavram. Çünkü sadece Türkiye’de ordu bu kadar öncelikli bir siyasi role sahip. Yani aslında durumun bu noktaya gelmesinde ordunun suçu çok büyük. Bu zamana kadar Şemdinli olaylarını kabul etmekten tutun da, 12 Eylül cuntasının hukuk dışı bir çok uygulamasıyla, Ayışığı, Sarıkız gibi darbe planlarıyla zaten şaibelenmiş olan TSK’nın, kendini temize çıkarmak için yapabileceği en iyi şey gerçekten de ülkenin dış savunmasına odaklanmaktır.
Ancak “askeri vesayetten kurtulma”, dahası “sivilleşme” olarak algılanan bu durum, sanıldığının aksine, ille de demokratikleşmeyi getirmiyor beraberinde. Ülkemizde gerçek bir sivil demokrasinin uygulanabilmesi için, öncelikle 1982 Anayasası’nın değiştirilmesi ve sivil, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir Anayasa oluşturulması gerekli. Türkiye’de demokratik hukuk devletini güçlendirmenin en önemli adımlarından biri bu olacaktır.
Daha sonra ise köklü bir yargı reformu gerçekleştirilmeli, onyıllarca süren davaların yerine, gerçek suçluların bulunup adalete teslim edildiği şeffaf bir sistem uygulamaya koyulmalıdır. Belki o zaman Uğur Mumcu’nun, Hrant Dink’in katli, Madımak Oteli, Maraş Katliamı gibi tarihimizi lekeleyen cinayetlerin de gerçek hesabı sorulabilir.
Ayrıca unutulmamalıdır ki demokrasi sadece dört beş senede bir sandığa gidip oy vermek değildir. Demokrasinin baş aktörleri sadece siyasi partiler değil, halk ve bireylerdir. Dolayısıyla gerçek bir hukuk devleti ve gerçek bir demokratik sistem için bütün bu saydıklarımın yanında sivil inisiyatifin de geliştirilmesi gereklidir. Bu da halkın örgütlenerek baskı kurabilmesi, hükümetten ya da diğer devlet kurumlarından hesap sorabilmesi anlamına gelir.
Görüldüğü üzere sadece darbe planlarını ya da TSK’yı değil, bütünüyle devlet sistemini sorgulamamız, ve artık 21. yüzyıl Türkiye’sine yetersiz kalan bu hantal devlet yapısını yenileştirmemiz lazımdır. Bu yeni sistemde farklı kültürlerle bir arada yaşamı benimseyen, demokrasiyi özümsemiş bir toplumsal yapı kurmamız büyük önem taşımaktadır....

14 Kasım 2010 Pazar

EĞİTİM GELİŞİMİ VE TOPLUMSAL YAKILAŞMA

                             Değer yargıları, kültürü, dünyayı algılayışı ve siyasi tercihleri ile birbirinden ayrışmış iki farklı toplumsal yapının varlığını hisseder gibiyiz. Türkiye adeta birbirinden keskin çizgilerle ayrılmış farklı iki  toplumu
bir arada barındırmaya doğru gitmekte; Bir yanda, kentli, daha iyi eğitimli, göreceli  yüksek gelirli, kendilerini dini değerlere aşırı bağlı hissetmeyen, laik olduğunu söyleyen bir kesim ile, öte yanda kırsal bölgelerde yaşayan, daha az eğitimli, göreceli olarak geliri daha düşük, kendilerini İslamcı ve dindar olarak tanımlayan bir başka kesim var. Buradan hareketle, ileride gerçekleşebilecek ekonomik gelişme, kentleşme ve eğitim olanakları arttıkça bu iki kesimin birbirine yakınlaşacağını söyleyebiliriz. Ancak, Türkiye’de bugüne dek gerçekleşmiş ekonomik gelişme ve kente göçe rağmen süregelen ve hatta şekil değiştirip daha kronikleşmiş olan bu ikili yapının iktisadi gelişme ve kentleşme ile kendiliğinden çözüleceğini söylemek konuyu basite indirgemek olabilir. Bu açıdan, ikili yapıyı çözüp birbirine yaklaştıracak eğitim politikalarının önemi daha da belirginleşmektedir.

Birçok araştırmanın ortaya koyduğu gibi, burada gerçekleşebilecek ekonomik gelişme, kentleşme ve eğitim olanakları arttıkça bu iki kesimin birbirine yakınlaşacağını ve birbirilerini anlama ve algılamalarının artacağının ve bununda ancak
eğitimin rolüyle oluşacagını özellikle vurgulamak isterim

Gerçekleştirilen hemen hemen tüm araştırmalar, demokratik, liberal ve diğer siyasal düşünce ve  değerlere sahip çıkma konusunda eğitimliler ile eğitimsizler arasında önemli farklılıklar gözükmekte, her bir eğitim kademesi bir alttakine göre daha demokratik bir yapıya doğru büyük bir sıçramaya işaret etmektedir.

 Türkiye’deki eğitim olanakları geliştirilip eğitimin içeriği zenginleştirildikçe ekonomik kalkınmanın yanısıra demokratikleşmeye ve bu süreçte ortaya çıkan din-siyaset sürtüşmesine ilişkin sorunların çözümüne büyük  katkısı olacaktır. Gerçekleşebilecek ekonomik gelişme, kentleşme ve eğitim olanakları arttıkça bu iki kesimin birbirine yakınlaşacağı kolaylık sağlanmış olacaktır.

10 Kasım 2010 Çarşamba

JEAN-JACQUES ROUSSEAU:TOPLUMSAL SÖZLEŞME

Amacım, sivil toplumda, insanları olduğu gibi kanunları ise olmaları gerektiği gibi kavrayan her hangi bir meşru ve kesin bir idare kuralının olup olmadığını araştırmaktır. Bu araştırmada, adalet ile çoğunluğun mutluluk ve çıkarı bağdaşsın diye, çıkarların gerekleri olan haklar ve hukukun yükümlülüklerini her zaman bağdaştırmaya çabalayacağım.
Konuya, onun önemini göstermeksizin başlayacağım. Siyaset üzerine yazı yazan bir prens ya da millet meclisi üyesi olup olmadığım sorulabilir. Cevabım olmadığım şeklindedir ve bu siyaset üzerine neden yazı yazdığımın da en önemli sebebidir. Bir prens ya da kanun yapan bir kimse olsaydım, olması gereken şeyleri söyleyerek vaktimi harcamazdım; ya yapardım ya da susardım.
Doğuştan özgür bir devletin vatandaşı ve egemen olanların bir üyesi olduğumdan bu devlette sahip olduğum oylama hakkı, kamusal işlerde benim sesimin ne kadar etkili olduğu önemli değil, vazifemin onlar üzerine çalışmak olması için yeterlidir. Ve devlet üzerine her ne zaman tefekkür etsem araştırmalarımın ülkemi sevmem için bana her zaman yeni sebepler verdiğini görmekten büyük bir haz alıyorum!
İnsanlar özgür doğarlar ama  her yerde boyunduruk altındadırlar. Birisi kendisini diğerlerinin efendisi olarak görebilir; ancak, o aslında en büyük köledir. Bu değişim nasıl meydana gelmektedir?. Bilmiyorum. Bunu ne meşru kılabilir? Bu soruya cevap verebileceğime inanıyorum.
Güç ve onun etkilerinden başka hiçbir şeyi düşünmeseydim şöyle söyleyebilirdim: bir kişi itaat etmeye zorlanır ve itaat ederse bunu en iyi biçimde yapar; kendi üzerindeki boyunduruğu kaldırıp atmaya kalkar ve atarsa bunu daha da güzel bir biçimde yapar. Özgürlüğü hissettirilmeden elinden alınan kişi özgürlüğünü geri almakta haklı olduğu gibi ilk aşamada özgürlüğünün elinden alınması da yanlıştı. Ancak, sosyal düzen diğer herkes için ana prensip olarak vazife gören kutsal bir haktır. Yine de bu hak doğadan kaynaklanmamaktadır ve bu nedenle sözleşme ile tesis edilebilir. Problem bu sözleşmelerin ne olduğunu bilmektir...
Benim konumla bağlantılı olarak bu problem aşağıdaki terimlerle ifade edilebilir: ‘toplumun bütün gücüyle her bir üyenin mallarının ve kendilerinin korunduğu ve savunulduğu, geride kalan herkes katılırken her bir üyenin  kendisinden başka kimseye boyun eğmediği ve daha önce olduğu kadar özgür kaldığı bir birliğin şeklini bulmak’. Bu toplumsal sözleşmenin cevabını verdiği temel problemdir.
Bu sözleşmenin hükümleri....doğru bir şekilde anlaşılırsa, aşağıdakilere indirgenebilir: her bir üyenin, bütün haklarından feragat edip onları bir bütün olarak topluma devretmesi. İlk aşamada, herkes kendisininkini tamamen devredeceği için koşullar herkes için eşit olacaktır ve koşullar herkes için eşit olacağından hiçbir kişinin çıkarı geri kalanlar için bir külfet oluşturmayacaktır.
Ayrıca, feragat ve temlik etme her hangi bir rezervasyon olmaksızın yapılacağından birlik mümkün olduğunca mükemmel olacaktır ve hiçbir üye talep edecek daha fazla şey bulamayacaktır. Fertler bazı hakları ellerinde bulundurmaya devam edeceklerse, kendisi ile toplum arasında hüküm verecek genel ve daha üstün her hangi bir muktedirin yokluğunda, her kes belirli meselelerde kendi kararını verebilecektir ve hemen sonra her meselede de böyle davranmak isteyecek; doğal yaşam devam edecek ve birlik, ister istemez, istibdatçı ya da anlamsız bir hale gelecektir.
Nihayet, her fert, bütün meselelerde karar verme yetkisini kendi üzerine alarak, kendisi, gerçekte, hiçbir konuda karar verme yetkisini üzerine almamaktadır ve aynı haklara sahip olmayan sizden üstün hiçbir üye olmayacağından bütün kaybettiklerinize eşdeğer olanı kazanacaksınız ve sahip olduğunuzdan daha büyük bir güç elde edeceksiniz.
Sosyal sözleşmenin, asıl özüne inilirse, aşağıdaki şartlara indirgenebildiği görülebilir: ‘Her birimiz, müştereken, kendimizi ve bütün gücümüzü çoğunluğun iradesinin daha üstün olan iradesine tabi kılarız ve müşterek kapasitemizle, her bir üye bütünün ayrılmaz bir parçası olarak  kabul ediliriz’...

IMMANUEL KANT:SIYASI HAKLARDA TEORI-PRATIK ILIŞKISI

7 Kasım 2010 Pazar

DOĞAL BİREYSEL HK VE ÖZGÜRLÜKLER

                                  
                    Dünyadaki herkese başkaları tarafından ihlal edilemeyen ve zorla ele geçirilemeyen doğal bireysel hak ve özgürlükler verilmiştir. Herkes, kendisine ait hak ve özgürlüklere sahiptir ve hiçbir kişi, doğal ilkelere saldırılmaksızın ve bu ilkeler ile insanlar arasındaki eşitlik ve adaletle ilgili kurallar açıkça ihlal edilmeksizin, bu hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılamaz: hiçbir kişi benim hak ve özgürlüklerim üzerinde bir yetkiye sahip değildir; ben de başkalarının hak ve özgürlükleri üzerinde bir yetkiye sahip değilim; bir birey olarak kendime ait olan hak ve özgürlükler üzerinde selahiyete sahibim ve sahip olduğum mülkiyetten istifade ederim ve kendime ait olan mülkiyetten başkasını kayda geçiremem; eğer daha ötesine cüret edersem üzerlerinde hiçbir hakka sahip olmadığım diğer kişilerin hak ve özgürlüklerine tecavüz eden bir kişi olurum. Bütün insanlar doğuştan eşittirler ve mülkiyet ve özgürlüklerden yararlanma konusunda da birbirlerine benzerler. Tanrı tarafından doğanın ellerine bırakılmamız nedeniyle herkes doğal ve tabii özgürlük ve haklara sahiptir. Herkes eşit bir biçimde ve aynı şekilde bu hak ve imtiyazlardan faydalanır.
...İnsanlar, zararlı ve çirkin her şeyden kendilerini korumak için doğal bir iç güdüye sahiptirler ve doğa herkese rasyonel, eşit ve adil olmayı bahşetmiştir. İnsanlara ait bütün güçlerin kaynağı budur: gücün kaynağı doğrudan doğruya Tanrı değil (krallar öncelikli olarak hak sahibi olduklarını iddia ederler), ancak aracılar vasıtasıyla doğadır.  İnsanlara ait bütün kuvvetleri Yaratıcı yarattıklarına aşılamıştır ve bunlarda bu kuvvetler zamanla gelişmiştir...Her insan doğası gereği kendi doğal koşullarında ve alanında bir kral, bir rahip ve bir peygamberdir. Bu nedenle doğal hak ve özgürlüklerinden onun rızası olmaksızın, yetki devri olmaksızın hiçbir kimse pay alamaz.
 
Bu nedenle bu ulusun özgür insanları için, onların refahı, idaresi, hükümeti ve emniyeti için onların her biri kendi doğal hak ve güçlerini  seçim yolu ile sana bağışladıkları ve sende birleştirdikleri hak ve yetkileri sayesinde onların egemenlik güçlerinin tek başına sahibi olacaksın. ...

1 Kasım 2010 Pazartesi

EŞİT YURTTAŞLIK TALEPLERİNE KAYITSIZ KALAMAYIZ.?

                          
 
                                          Herkesin Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak bir ve eşit olma talebi ve sorunu var. Türkiye'de Aleviler ezildi, dışlandı, kötülendi, karalandı. Türkiye'de Kürtler yok denildi, inkar edildi. 'Böyle bir köken, böyle bir dil yok' denildi, 'böyle bir inanç yok' denildi. Bunları kaldıralım. Artık dünyada bu tabular, bu ayrımlar, bu kamplar bitti. İnsanlarımızı eşit yurttaşlık hakkında, hukukunda birleştirelim. 'Eşit yurttaşlık talebi mi var, herkes eşit zaten, Anayasa'da öyle yazıyor' dediler. Herkes eşitse Kadıköy Meydanı'nda binlerce, yüz binlerce insan niye 'eşit yurttaşlık istiyoruz' diye toplandılar? Herkes eşitse yıllardın güneydoğuda dökülen kan niye durmuyor? Ezberlerimizden vazgeçmemiz, her şeye yeniden bakmamız gerekiyor...Bu Vatan bizim.HEPİMİZİN....

30 Ekim 2010 Cumartesi

İKİ KUTUPLU POLİTİKA...

                     Kurumlar ve elitler arasında yaşanan çatışmaların doğurduğu iki kutuplu politik ve kamusal alanın değişmesi ve toplumda hoşgörü, uzlaşı ortamının gelişmesi ancak bireylerin hak ve çıkarlarını  korumak, kendi düşünce ve yargılarını açıkça ifade etmek amacıyla politik alana katılımı ve katılım kanallarını açık tutan siyaset algısıyla mümkün olabilir.

                    Aksi halde siyaset yalnızca politikacılar tarafından kullanılan yönetme ve  konuşma sanatı, toplum ise yönetilmeye ve yönlendirmeye muhtaç kitle olarak kalmaya mahkumdur.

29 Ekim 2010 Cuma

Türrkiye de Demokrasinin gelişebilmesi için gerçek bir özgürlükçü ruh hali gerekmekte....

Türrkiye de Demokrasinin gelişebilmesi  için  gerçek bir özgürlükçü ruh hali gerekmekte....
Türkiye'nin içinde bulunduğu durumun değişmesini isteyen, bir halkçı
çizgi gerekiyor. Korkular yerine umutlar üzerinden siyaset yapmak
gerekiyor.

Benmerkezciliği terk edip, eşitlerin birliğini içine sindiren
alçakgönüllü bir tutum gerekiyor...


Bunlar olabilir mi? Umutluyum... Bekleyip göreceğiz...

26 Ekim 2010 Salı

BÜTÜN KORKULARIN REDDİ....

Bu halkı ve değerlerini kabul edeceksin.

Sonra çıkıp rahatlıkla haykırabilirsin:

Bu kabul aslında “özgürlüğün kabul ü” dür.

Dahası bütün korkuların  REDDİ dir ..........

25 Ekim 2010 Pazartesi

BİZ VE ÖTEKİLER

Türk siyasal kültüründe kendi kültür alanını “biz” ve “öteki” çatışması üzerine inşa eden seçkinler; “biz”i ulusal çıkar, kamu yararı, devletin bekâsı gibi kutsal ifadelerle kavramlaştırırken, “öteki”ni ise hain, bölücü, düşman olarak nitelemişlerdir. Toplumsal kültürü dışlayarak kendi kültürel değerlerini modern bir değişimin aracı olarak kabul ettiren seçkinler; siyasal alanı bireyin ve toplumun denetlenmesi ve sınırlanması için araç saymışlardır

24 Ekim 2010 Pazar

İnsan psikolojisinde özür dileme neye tekâbül eder?


İnsan psikolojisinde özür dileme neye tekâbül eder?
Her şeyden önce belirli bir duygusal olgunlaşma düzeyine tekabül eder. Burada samimi, sahici özürden bahsediyoruz.
Kimler özür dilemekte zorlanır?
Burada en kritik nokta, ötekini bizden ayrı bir varlık olarak, duyguları, düşünceleri, pozisyonları olan bir varlık olarak ve bizim hareketlerimiz ya da hareketsizliklerimiz nedeniyle negatif olarak etkilenebilecek bir ayrı özne olarak kabul edilebilmesidir. Bu olgunlaşma düzeyine varamayan insanlar ya da gruplar, pek kolay ve sahici bir şekilde özür dileyemezler çünkü ben-öteki ayrmı onlarda pek gerçekleşmemiştir. Diğerlerini kendilerinin uzantısı olarak gören kişilerde ya da gruplarda özür dileme edimi lüzumsuz, akla hayale bile gelmeyecek bir edimdir. Ya da özür dilemeyi çok sert bir ast-üst ilişkisi içinde gördükleri için özür dileyenin özür dilenenin tamamen hakimiyeti altına gireceğini düşündükleri için böyle bir ilişkiye girmezler.

HİÇBİR PROBLEM KENDİNİ YARATAN NEDENLERLE ÇÖZÜLEMEZ

  Siyasette güç varsa siyasette  direnç de vardır.  Ancak bu direncin örgütlü bir biçimde yaşanan örgütlü güce  karşı gelmesi ve bu yönetime  bir son vermesine çok ender rastlanır. Sistem içi değerlendirmeler  sistemin direnç kapasitesini doğurur ve onu etkisiz bir hale getirir.

                                     Politik hareketlerin ana karakteri, toplumsal aktörleri, tahakküm ilişkilerini yaratan toplumsal ilişkilerden kurtarmak olmalıdır. Bunun için de demokrasi, bireysel özgürlükler, siyasetin toplumsallaşması ve toplumun siyasallaşması için bütünlüklü bir proje gerekmektedir.

                                     Tabana dayanmayan karar alma mekanizmalarının sonucunda ortaya çıkan sorunların çözüm yolları yine bu mekanizmaların çözüm üretme kapasitesine hapsedildiği oranda sorunların çöZümsüz kalacağı unutulmamalıdır. Zira, hiçbir problem kendini yaratan nedenlerle çözülemez ve savaşılan şeye dönüşme riski her zaman vardır.

KATILIMCI DEMOKRATİK SİYASAL YAPILANMA ZORUNLULUĞU

                             130 yıllık bir olgunlaşma sürecinden sonra, Türkiye, demokratikleşme tartışmalarını kalıcı olarak gündeminden çıkarabilecek mi? Hiç kuşkusuz evet. Bunu söylerken kendiliğinden gelişecek bir süreçten söz etmiyoruz. Elbette, bu doğrultuda gösterilecek kararlı ve samimi çabalar olmaksızın bunun kendiliğinden gerçekleşmesini bekleyemeyiz,


 Ancak, Türkiye’nin bugün erişimli olduğu gelişmişlik   düzeyinin
geri döndürülemeyeceğini de görmek zorundayız

Toplumsal ilerleme refaha, refah küresel ekonominin kurallarına uymaya, bu
uyum ise açık ve demokratik bir toplumsal yapıya bağlıdır. Bu yapının kurulması ülkedeki tüm sivil toplum kuruluşlarının, siyasal partilerin, kurumların ve bireylerin ortak hedefi ve kültürü olmalıdır.


Çünkü bireyler de kurumlar da, kendi farklı ideallerini gerçekleştirme konusunda Eşit fırsat  sahibi olma imkânını, her türlü fikre ve gelişmeye açık, uzlaşma kültürü olan bir toplumsal yapı içinde bulabilirler. Bu yapı aynı zamanda, bugün bize çözümsüz gelen birçok sorunun da çözümünü beraberinde getirecektir. Bunu sağlayabilmek için daha gelişmiş  daha yaygın, daha hoşgörülü ve daha katılımcı bir demokratik siyasal yapı kurmaktan başka seçeneğimiz var mı sizce…..