27 Nisan 2012 Cuma

farklılıklarımızı koruyarak, müştereklerimizi arttırmamız gerekiyor

Cumhuriyet’in kayıp ruhu


Adeta reddi miras ile kurulan Cumhuriyet’in en büyük sorunu kendisini oluşturan unsurları bir arada tutan ortak değerler paydasını genişletememek oldu. Çünkü geri kalmışlığın nedenlerini Osmanlı ve İslam geleneği ile Doğulu olmakta arayan Cumhuriyet elitleri, birleşik bir millet olmak için gerekli pek çok damarı bilmeden kopardılar. Tarih, gelenek, kültür ve dinin yerini bilim ve Batılı anlamda milliyetçilik ile doldurabileceğini düşünen elitler beklenebileceği üzere bunu da başaramadılar. Ne demokrasi ne de serbest piyasa değerleri devlette kök saldı. Geçici önlemler kalıcı hale geldi, geçiş döneminin aşırılıkları Cumhuriyet’in temel değerleri sanıldı. Sonuçta milletiyle kopuk, hatta halkını potansiyel düşman sayan, demokrasi ile Cumhuriyet’i rakip bilen, darbeciliği yöntem, zorbalığı erdem zanneden ve kendisini de Cumhuriyet’in sahibi ve bekçisi olarak gören gruplar ortaya çıktı.
Cumhuriyet tarihine bakarsak devletin her kesim ile kavgalı olduğunu rahatça görürüz. Kürtler, dindarlar, İslamcılar, gayri-Müslimler, geleneksel kıyafetliler, Aleviler, solcular, sağcılar, ülkücüler ve daha niceleri. Bırakınız halkı, kendisini devlet sanan mekanizma seçilmiş hükümetlerle bile kavgalı oldu, ona karşı darbe yaptı, hatta başbakan idam etti vs.

Bu şekilde 21. yüzyılda yol alınamayacağı açık. Yapılması gereken ilk iş gelenek, kültür, din ve doğulu olmakla liberal demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinin çelişmediği gerçeğini devlet aklının merkezine yerleştirmek. Rahmetli Turgut Özal bu konuda en önemli adımları atmıştı. Yapılması gereken onun yarım bıraktığı işleri tamamlamaktır. Ancak, bu söylediğimiz sanıldığı kadar da kolay bir iş değildir. Kaybedilen yıllar ve geçmişte bırakılmış güçlü bağların ıslahı, güçlendirilmesi, bazı yönleriyle de günümüze uyarlanması gerekmektedir. Başka bir deyişle Osmanlı değerlerini ham olarak alır, neo-Osmanlıcılık deyip bugüne taşımaya kalkarsanız olmaz. Çünkü hayat Osmanlı’yı aşalı çok oluyor.
Bu bağlamda ilk ve en önemli iş Türkiye insanlarını birleştiren ‘ortak payda’yı genişletmek ve güçlendirmek olmalıdır. Her milletin ortak değerlerinden oluşan bir paydası vardır. O payda ne kadar kapsayıcı ise o millet ve onun devleti o kadar güçlü ve başarılı olur. Bunu söylerken elbette farklı fikirler olmasın, farklar ortadan kalksın demiyoruz. Tam aksine, “farklar olabildiğine çoğalsın, ancak bu farkların hepsinin kesiştiği asgari müşterek geliştirilmeli” diyoruz. Örneğin ABD’de ister Demokrat olsun, isterse Cumhuriyetçi, ifade özgürlüğü en temel değer ve ortak paydadır. Amerikalılar Irak’ta ne yapacakları konusunda çok farklı yöntemleri savunabilirler, ancak iş Amerika’yı Amerika yapan temel değerlere ve bu ülkenin dünyadaki çıkarlarının korunmasına geldiğinde akan sular durur ve partiler arasındaki farkları görmek zorlaşır. Aynı durum Fransa için de, İngiltere için de geçerlidir. Oysa Türkiye’de millet, milliyetçilik, dinin yaşam içindeki yeri, laiklik, ifade özgürlüğü, demokrasi, kılık kıyafet serbestîsi ve diğer bazı temel değerlerde dahi bir mutabakatın kurulamadığı görülüyor. Elbette aşırı uçlar olur, her ülkede temel değerlere farklı bakanlar da ortaya çıkabilir. Ancak bizdeki durum çok daha vahim. Başka ülkelerde marjinal olması gereken oluşumlar bizde ana akımlardan biri haline dahi gelebiliyor.

Özetle farklılıklarımızı koruyarak, müştereklerimizi arttırmamız gerekiyor. Bu konuda elimizde kıymetli bir örnek de var aslında: Çanakkale Ruhu. 97 yıl önce bugün, 18 Mart 1915’de bu toprakların insanları eşine az rastlanır bir destanı hep birlikte yazdılar. Cephede hiç kimse yanındakinin mezhebini, kıyafetini, ideolojisini, memleketini vs. merak etmedi. O gün tüm Türkiye oradaydı ve hep birlikte kutsallarını savundular. Türkiye aynı ruhu ve o kadar geniş bir ortak paydayı Kurtuluş Savaşı’nda bile yakalayamadı. 3 yıl sonra Çanakkale Zaferi’nin 100. yılı, 2023 ise Cumhuriyet’in 100. yıldönümü...bunlar tartısılmalı...ınatla ve ısrarla....

4 Nisan 2012 Çarşamba

                                               




                                                  12 EYLÜL                                                                 

                                                12 Eylül aslında Türkiye toplumunun tarihinde yaşadığı en politikleşmiş döneme ve duruma karşı yapılmıştır. siyasal politizimin yükseldiği bir süreçte tarihinin en politikleşmiş dönemini yaşadı.

Siyasal partiler, geleneksel siyasal çizgilerin güdümünden çıktı. Geleneksel merkez sol ve sağ partiler daha militan, dinamik, aşırı sağ veya sol grupların nüfuz alanına girdiler. Dönemin Cumhuriyet Halk Partisi, Adalet Partisi gibi klasik partileri kendi seçmenlerini kontrol etmekte fevkalade zorlandılar ve o rüzgârın geldiği taraflara doğru eğildiler. Yani AP olduğundan daha milliyetçi ve daha dindar, CHP olduğundan daha sol gözükmek zorunda kaldı. Sol, tarihinde ilk defa kitleselleşti. Ona reaksiyon olarak doğan faşistlerin kontrolündeki sağ kitle hareketi de kendi tarihinde olmadığı kadar politik aktivite içerisine girdi. Türkiye toplumunun köylerinde, kasabalarında ve büyük şehirlerindeki üniversiteler, fabrikalar, iş yerleri ve hatta devlet aygıtının mensupları yani polisler, jandarma ve subaylar da bu büyük politikleşme dalgasının dışında kalmadı. Bu durum, kendilerini Türkiye toplumunun doğal yöneticisi sayan, devlette yuvalanmış asker-sivil bürokrat zümrelerin görebileceği en tehlikeli durumdu. Yani şu veya bu siyasal eğilimdeki bir kadronun Türkiye’yi yönetmesi de onlar açısından tehlikelidir; ama halkın, sıradan insanların kendilerini birer vatandaş düzeyine getirebilmeleri, bu eylemliliği gösterebilmeleri, bunun sorumluluğunda olabilmeleri, bu zümreler açısından kendi tarihsel varlıklarını sona erdirebilecek bir durumdu. Bu bakımdan bir aşırı sağcıdan çok daha derinden tepkiliydiler


                                                1970’lerde insanlar solun onlara vaat ettiği fikrin etkisiyle ciddi bir politikleşme yaşadı. Ama bu ilişkilerden dolayı, ilk defa politikanın özneleri haline gelebilen insanlar, 78’den sonra silahlı mücadeleye, silahlı çatışmaya karşı daha kötü hissetmeye başladılar. Şevkler azaldığı ölçüde yorgunluk ve bıkkınlık da başladı. Ve 12 Eylül darbecileri tam da toplumun bu bıkkınlık düzeyinin belirli bir noktaya geldiği, bir çeşit pata kalma durumunda gerçekleştirdiler darbeyi. Öyle bir noktaya gelindi ki artık kurtarılmış bölgeler vardı, çarpışmalar oluyordu ve tabii ki bu durum, yani hareketin amaçlarıyla hâlihazırdaki durum ve ilişkiler arasındaki çelişkiler o noktadan sonra 12 Eylül müdahalesi için uygun vasatı hazırladı. Ordu müdahale ettiğinde direnme olmadı. Ve Ordu da 12 Eylül Cuntası ve onun yönlendirdiği anlayışla Türk toplumuna karşı adeta gençliğe yeni adım atmış, kendini bir şey zannettiği için veya “ben artık erginim” dediği için anasını, bilhassa babasını dinlemediği için evden çıkmış, fakat sonra da dışarıda başına iş açmış, aç kalmış, yaralanmış bir çocuğa nasıl davranılırsa öyle davrandı. Bu sefer onun eskiden sahip olduğu hakları, mesela evinin avlusunda oynayabilmesini bile yasakladı. Ve suçluluk hali içinde olan, başaramamış ve bütün bu eylemin sonucunda kendine karşı güvenini önemli ölçüde yitirmiş bir topluma karşı ceza vermek isteyen bir babanın sevgisizliği ve hırsıyla yaklaştı.
                                                                1980’lerde bütün dünyada bir güçler değişimi oldu, bir ikinci endüstriyel devrim yaşandı. Bu sadece endüstri ve üretim yapısının kökten değişmesine yol açmadı, bilgi de değişti. Bilginin teknolojiye uygulanışı, yöntemleri değişti. Metalaştırma son derece derinleştirildi, postmodern bir evreye geldik. Üretim yöntemleri olarak postfordizm, fakat daha derin bir şey. Ama bunu sola anlatmak zor, çünkü sol üretim ilişkilerinden mülkiyet ilişkilerini anlıyor. Mülkiyet ilişkilerini değiştirmek kolay, kanunlarını çıkarırsın ve değiştirirsin. Ama üretim ilişkilerini değiştirmek için üretimi başka türlü yapabilmek gerek. Bilginin, alışkanlıkların, işlevlerin başka türlü taksim edilmesi gerekiyor. Bunu çözmek ancak toplumla yapılabilecek bir şey, toplumun herhangi bir eser üreten tüm ilişkilerine yayılan bir şey. Onun için üretim ilişkileri çok önemli bir kavram. Bunun ısrarla böyle anlaşılmasına devam ediliyor çünkü o zaman ancak muhafazakâr bir siyasetin araçlarını kullanma imkânınız olur.