9 Aralık 2011 Cuma

SİYASET KÖKLERİNE GERİ DÖNÜYOR

                            Yeni siyaset, her şeyi tam bilen birilerinin değil, bazı şeyleri eksik bilenlerin, bu eksikliklerini birlikte kapatma ihtiyacıyla şekillenecek. Tam bilgi yerine, parça parça bilgiler birlikte daha büyük bir gücü simgeleyecek. Bu aynı zamanda kendi sözüne sahip çıkma ve onu başkalarına anlatmak için çabalamakla ilgili. Dışarıda bırakılanlar, ötelenenler ve uzmanların karşısında ikincil konuma itilenler, kurulu düzenin ilkesini kabul etmediklerini daha yüksek sesle ortaya koymaları bunu en güzel örnekleri....
                              Siyaset köklerine geri dönüyor ve alanlar bir kez daha söz söyleme yeri olarak beliriyor. Deneyimim  gösteriyor ki siyasal olanı temsilcilere, aracılara temsil ettiğimiz sürece ortak iş yapma gücümüzü kaybediyoruz. Bu sınırları daha da zorlamak, toplumsal hareketlerin görevi. Tarihte hep olduğu gibi hareketler sistemin açmazlarını göstermeye devam ettiği sürece, kurumsal siyasetin işlemezliği daha da belirgin hale gelecek.
                             

16 Kasım 2011 Çarşamba

'BEDELLİ ASKERLİK' Tartışmaları ışığında Dr Salih AKYÜREK in Akademik araştırmasından bir kesit.

 Türkiye’de Askerlik Hizmetinin Kısa Geçmişi

Bugünün askerlik uygulamasını tartışabilmek için, en azından yeniçeri uygulamasının sonlandırıldığı ve ilk düzenli ordunun teşkil edildiği 1826 yılına kadar olan uygulamaların bilinmesi gerekmektedir. 1826’dan günümüze askere alma konusundaki düzenlemeler ve askerlik süreleri aşağıda verilmiştir.78 ASKERİ TEŞKİLAT / KANUNİ DÜZENLEME ADI YÜRÜRLÜK/ DEĞİŞİKLİK TARİHİ MUVAZZAF ASKERLİK SÜRESİ
Asakir-i Mansure-i Muhammediye 1826 Bilinen Belirli Bir Askerlik Süresi Yok
Redif-i Asakir-i Mansure-i Muhammediye /Redif Nizamnamesi 1834 Bilinen Belirli Bir Askerlik Süresi Yok
Tenkisat-ı Celile-i Askeriye Fermanı 08 Eylül 1843 5 Yıl
Kanunname-i Askeri (Kur’a Kanunu) 1846
Kuvve-i Umumiye-i Askeriye Nizamnamesi 18 Ağustos 1869 4 Yıl
Asakir-i Şahanenin Tertibat-ı Müteyemmene-İcedideye Tevfikan Suret-i Ahzini Mübeyyin Kanunname-i Hümayün 25 Ekim 1886 Bahriye 8 Yıl
Diğerleri 6 Yıl
21 MART 1911 3 YIL
296 Sayılı Mükellefiyet-i Askeriye Kanun-u Muvakkatı 12 Mayıs 1914 Bahriye 3 Yıl - Diğerleri 2 Yıl
15 OCAK 1924 Jandarma 3 Yıl - Bahriye 5 Yıl
Diğerleri 1,5-2 Yıl
1111 Sayılı Askerlik Kanunu 21 Haziran 1927 Mızıka 2 Yıl - Jandarma 2,5 Yıl
Bahriye 3 Yıl - Diğerleri 1,5 Yıl
30 KASIM 1935 Piyade 18 Ay
Jandarma-Gümrük 30 Ay
14 TEMMUZ 1950 Jandarma-Gümrük 30 Ay
Bahriye 3 Yıl - Diğerleri 2 Yıl
01 ŞUBAT 1963 24 AY
27 TEMMUZ 1970 20 AY
01 MART 1985 18 AY
10 EYLÜL 1992 15 AY
06 OCAK 1995 18 AY
15 TEMMUZ 2003 15 AY

Tabloda ayrıntıları aktarılan 184 yıllık süreç içerinde, 1826-1914 yılları arasındaki dönemde, maaşlı askerlik uygulamasından kura ile askerliğe kadar, içerisinde bedelli askerliğin de (bedeli nakdi ve bedeli şahsi) olduğu farklı yöntemler uygulanmıştır. Bu dönem içerisinde pek çok grup ve kimseye getirilen muafiyetlerin de etkisiyle, askere alma uygulamasında çok da başarılı olunamadığı görülmektedir.
Zorunlu Askerlik ve Profesyonel Ordu

Dünya’da zorunlu askerlik uygulamasının bugünkü anlamda başlangıcı Fransız İhtilali dönemine gitmekle birlikte, uygulama bizde ilk defa 12 Mart 1914 tarihli ve 296 Sayılı Mükellefiyet-i Askeriye Kanun-u Muvakkatı ile başlamaktadır. 1914 tarihinde başlayan zorunlu askerlik uygulaması ile askere almada eskiye nazaran hem yöntem hem de uygulama temelinde başarılı olunmuştur. 1927 yılında yine zorunlu askerliği temel alan ve bugün hala geçerli olan 1111 sayılı askerlik kanunu yürürlüğe girmiştir. 1927 yılından bugüne kadar, süresi kısalmakla birlikte, askere alma usul ve esaslarında önemli bir değişiklik olmadığı görülmektedir.

Bugün, zorunlu askerlik 1111 Sayılı Askerlik Kanunu ve 1076 sayılı Yedek Subaylar ve Yedek Askeri Memurlar Kanunu çerçevesinde farklı statülerde yerine getirilmektedir. Dört yıllık üniversite (lisans) mezunlarından yedek subay adayı olarak seçilenler için 12 ay olan bu süre, aday olarak seçilmeyenler için erbaş ve er olarak altı aydır. Toplam en az üç yıl süre ile fiilen yabancı ülkelerde bulunan yükümlüler ise 21 günlük temel askerlik görevi ve 5112 Euro ödeme ile Dövizle Askerlik hizmetinden faydalanabilmektedirler. Bu şartları taşımayan diğer tüm erkek ve sağlıklı T.C. Vatandaşları için zorunlu askerlik süresi ise erbaş ve/veya er statüsünde 15 aydır.


Mevcut zorunlu askerlik uygulamasının olumlu yönleri:
. Toplumda kısmen birbirine yabancı olan farklı sınıf ve grupların kaynaşmasına katkı sağlamaktadır.

ii. Özellikle alt gelir grubundaki kişilerin eğitim ve sosyalleşme süreçlerine olumlu yansımaktadır.

iii. Bazı askerlerin katıldığı meslek edindirme kursları sayesinde kişileri sivil yaşama hazırlamaktadır.

iv. Doğru kadrolarda etkin çalıştırıldıkları durumda vatandaşların yurt sevgileri ve toplumsal değerlere adanmışlıkları yükselmektedir.

v. Ordu ile toplum arasındaki yabancılaşma ve kopukluğu bir dereceye kadar önlemekte, ordunun dışa tamamen kapalı bir organizasyona dönüşmesini engellemektedir.
Mevcut zorunlu askerlik uygulamasının olumsuz yönleri:

i. Sistem kişileri hiçbir maddi karşılık ödemeksizin 15 ay silâhaltında tutmaktadır.

ii. Devlet bu süreçte, bakmakla yükümlü olduğu aile fertlerinin bakımını üstlenmediği gibi (müracaata bağlı bazı dolaylı tedbirler tanımlanmakla birlikte), yeni Sosyal Sigortalar kanunu düzenlemesine kadar ailelere sağlık güvencesi de sağlamamıştır.


iii. Askere alınan kişilerin çalışmasına ve gelirine bağımlı aileleri için askerlik ekonomik ve psikolojik bir yıkıma dönüşebilmektedir.

iv. İşveren konumunda olan veya kariyer hedefleri olan insanlar için askerlik süreci önemli kayıplara sebep olabilmektedir.

v. Ekonomiye katma değeri fazla olan kişilerin eşit şartlarda askere alınması nedeniyle, milli ekonomi kayba uğramaktadır.

vi. İnsanlar uğurlama törenleri ile askere gönderilse de çoğunluğu gönülsüz ve isteksiz olarak hizmet etmektedir.


2 Kasım 2011 Çarşamba

BİRİMİZ ÜŞÜYOR SA HEPİMİZ ÜŞÜMELİYİZ.....


 


Onlar, o hiçbir şeyden yapılmamış adamlar,
Üşümüş, yorgun ve bütün gün adres soranlar… (Edip Cansever)
                                      Yoksulların en korktuğu mevsimdir kış. Sevmemek değil, korkmak… Yoksa ipince yağan yağmurlar sevilmez mi hiç? Yoksullar da sever elbet kış aylarını ama işte korku başka bir şeydir. Kara kışa ağız dolusu sövgü vardır, şu soğuklar bir bitse, cemre düşse, bahar bir görünse… Zira ayaz gözkapaklarını dondurur, zalim rüzgâr kemiklerini kırar insanın. Oracıkta bekleyen türlü hastalıklar  vardır: Böbrekler üşür, ciğerler üşür, bakışlar dahi üşür. Üşümek, hep üşümek, giderek daha fazla üşümektir yazgısı yoksulların. Üstelik dünya da kapamıştır gözlerini yoksullara. Kalpler kırılmamak üzere buz tutmuştur. Ve ölüler insanlar sessiz sedasız, ağıtsız ve matemsiz. Yetersiz beslenmeden, çok üşümekten, yorgunluktan ama en çok da çaresizlikten, umutsuzluktan… Ölümün en kötüsüdür bu, Ahmed Arif’in ifadesiyle “fukaranın ölümü”.

                                         Yoksul insanlar nerede ölürler? Derme çatma evlerinde... Ama bir de “evsizler” vardır. Yani iki göz odası olmayanlar… Tekmil sokaklardır bu insanların evleri. Bu dünyada başlarını koyacakları bir evleri olmamıştır. Yoksulluktan da öte “sefalettir” bu. Kışın çırılçıplak şiddeti, en fazla evsizleri vurur. Tüm kapılar kapalıdır, camilerinki bile. Türkiye’de yaklaşık 70 bin “evsiz” insan var. Devletin, sermayenin ve toplumun her gün bir sel gibi yanından akıp geçtiği ama bir türlü farkına varmadığı 70 bin insan... Kimsenin görmediği bu insanların çoğu donarak ölüyor. Büyük ve yüksek güvenlikli siteler inşa ediliyor, boyuna kalkınıyoruz inşaat sektöründe ama memleketin evsizlerine küçücük de olsa bir yer tahsis etmek kimsenin aklına gelmiyor maalesef.
                                            Neyse ki, “merhamet” duygusu aşınmamış olanlar var.



22 Ekim 2011 Cumartesi

Siyaset ve ahlak

Politikacılar ahlak konusunda değerlendirilirken, çoğu zaman evlilik dışı ilişkileri ya da kişisel menfaat sağlamak amacıyla karıştıkları yolsuzluklar akla gelir. Bu konularda bir suçları yoksa, genellikle, ahlaklı kimseler olarak bilinirler. Halbuki etkin siyaset alanında bulunan bir kimsenin ahlaksal alanı, yukarıda belirtilen konulara ek olarak ve hatta ondan daha önemlisi, onun verdiği veya vermeye destek olduğu kararlardır. Bu kararlar milyonlarca insanın haklarıyla ilgiliyse, onları mutlu ya da mutsuz edecek mahiyetteyse, bu kararların sonuçları itibarıyla siyasetçi, ahlaken sorumludur. Karşımızdaki bir insana, saygıda kusur edip haksızlık yaptığımızda, nasıl ahlak yasasına ters düşüyorsak, bir kararımızla büyük bir kitleye saygısızlık edip haklarını gasp ediyorsak, milyon kere ahlaka aykırı hareket etmiş oluruz. Hele söz konusu siyasetçi, iktidar mevkiindeyse, halkına karşı görevlerini yapmayıp haklarını gasp ederek, onları mutsuz ediyorsa, ıstıraplara sürüklüyorsa, o kişi büyük bir günahkâr ve ahlaksızdır. Ahirette hesaba çekileceğine inancı varsa, şunu bilsin ki, milyonların eli onun yakasındadır. Bu kişinin günahı o kadar büyüktür ki, zina işleyen, katleden kişinin günahı, onunkinin yanında bir hiçtir. Bu sebeple diktatörler en büyük ahlaksızlardır. Kararlarıyla büyük kitlelere zulmettikleri için. İktidarlarını suistimal edip milyonların ıstırabına yol açtıkları için.

Asıl olan kamusal alan
 Ne yazık ki, kültürümüzde iktidardaki zatların kişisel eylem ve tavırları dışında kalan, kamu alanındaki tasarrufları, ahlak kıstasının dışında bırakılıyor. Bir siyaset adamı ve yönetici için asıl ahlak alanı, kamusal alandır. Etik ve politika konularında araştırma yapan, kitap ve makale yazan çağdaş filozofların en büyük hedefi, bireysel etik sorumluluğu politik alana sokmak ve bu alanda ahlaksal duyarlılığı artırmaktır.
İslam ülkelerini yöneten politikacıları, kamu alanındaki günahlarından bigâne kılan bir husus daha var: Eğer yönetici dindar bir şahıs ise, “iman ve ibadet ederek, ahlaksal sorumluluğumu yerine getirdim” düşüncesine kapılabilir. Ancak imanın ne tür bir ahlaksal eyleme öncelik ettiği bilinemez. Çünkü iman, ahlaksal eylemin gerisindeki prensibi destekleyebildiği gibi desteklemeyebilir de. Hatta bazı inançlar, gayriahlaki eylemi kolaylaştırabilir. İbadetin ise, Tanrı ile kul arasında geçen özel bir eylem olması ve diğer insanların hukukunu ilgilendirmediğinden, ahlaksal eylem alanına girmemesi gerekir. Bu sebeple, verdiği kararlarla halkını mağdur kılan, elindeki gücü zulme çeviren ceberut devlet adamlarının, dinsel inanç ve ibadetlerle günahlarından sıyrılabilmeleri ve erdemliler hanesine yazılmaları mümkün değildir. (Saddam Hüseyin kendi kanıyla, bir hattata bütün bir Kuran’ı yazdırmıştı).

Şark kurnazlığı
Yine Müslüman politikacıların çoğu zaman muteber siyaset diye benimsedikleri ve mubah gördükleri Makyevelist politikalar, kültürümüzde “şark kurnazlığı” diye tabir edilir. Etik-politika ilişkisi konusunda teori üreten Aydınlanma filozoflarının hemen hepsi, iktidara geçmek veya iktidarda kalmak için her türlü aracı mubah kılan bu siyaset anlayışını, ahlaka aykırı bulmuşlardır. Bu meşum siyaset türünün Doğu versiyonu, “şark kurnazlığı” olarak bilinir ve ahlaksızlığın ta kendisidir. Çünkü siyaset, samimiyetin yönetim çarkındaki tezahürü olmalıdır; hilekârlığın farklı görünümleri değil.
Nefislerini Tanrıya adamış olan nezih ruhlar, büyük imtihanlara maruz kalmaktan sakınırlar. Başarısız kalmaktan korkarlar. Hak yemekten ürkerler. Yaşamları boyunca (ebedi) kurtuluş için yalvarıp yakaran bu kimseler, insanları yönetmek gibi vebali gayet ağır bir imtihanı, tecrübe etmek istemezler. Buna talip olan kimselerin ise, pervasız bir gözükaralıkla, bu riskli görevi üstlenmeleri, hayreti mucip bir hadisedir. Çünkü milyonların hukuku söz konusudur. Bu kimselerin her şeyden önce, ruhlarının temizliğinden, iradelerinin doğruluğundan emin olmaları gerekir. Heva heves, kapris, intikam duygusu, aşırı öfke gibi ruhsal hallere maruz kimselerin, özellikle, bu görevi kabul etmemeleri gerekir. Hele kötü niyetle hareket etmeyi bir hak sayması, onun bu işe ehil olmadığını gösterir. Çünkü gerek bireysel eylemlerde gerekse kamuyu ilgilendiren eylemlerde, iyi niyet, ahlaklı eylemin birinci şartıdır. Devlet adamı, düşmanına karşı bile iyi niyetle davranmak zorundadır. Mevcut gelişmelere baktığımızda, İslam ülkelerini yönetenlerin evrensel kültürden ve iç muhasebeden ne kadar uzak olduklarını görüyoruz. Sığ bir bilgi birikimi ve hikmete ulaşamayan dar bir tedebbürle yönetilen bir ülkede, sorunlar çözüme kavuşmaz, aksine daha da büyür. İslam ülkelerinde mevcut olan sorunların çoğu halktan değil, yönetimlerinden kaynaklanıyor. Halklarını mutlu etmekle yükümlü yönetimler, bunun tam tersini yaparak onlara zulmettiler. Çeşitli sahte değerler yaratarak onları birbirine düşman kılmışlar, adaleti gözetmeyerek her türlü fitnenin kaynağı haline gelmişlerdir.

Kuvvet
İyi niyet ve büyük planlarla göreve başlayan kimi devlet adamlarının, iktidar koltuğuna oturunca nasıl bozulduklarına şahit oluyoruz. Etraflarını saran dalkavukların, yersiz övgüleri sebebiyle hatalarını görmez olurlar. Hep alkışlandıkları için, akıllarına ne eserse onun doğru olduğuna kanaat getirirler. Bireysel akıllarıyla insanlığa yön vermeye çalışırlar. Tek akılla yöneten nice hükümdarın akıbetini sanki bilmezler. Kibre kapılıp kendilerinde insanüstü bir yeteneğin varlığına inanırlar. İşte bu varoluş biçimi, onlara, her türlü kötülüğü hoş gösterir. Vicdanı tahrif olmuştur. Onu dizginleyebilecek adalet, insaf, merhamet, doğruluk, hak ve hakkaniyet gibi değerler, artık onun için bir anlam taşımaz. Tek güvendikleri şey kuvvettir. Sonunda bir gün, inandıkları bu yegâne şey, aleyhlerine dönüverir. Yıkılırlar, tüm inandıklarıyla birlikte. İnsanüstü olmadıklarını, aksine küçücük insancıklar olduklarını anlarlar. İlahi adaletin bu tecellisine, diğer insanlar da şahit olur.

16 Eylül 2011 Cuma

SİYASET VE DOSTLUK

                                    Siyaset, ilgi alanı insan olan ve nefis taşıyan beşer kulların yaptığı zor bir zanaat olması dolayısıyla en büyük tahribatı da yine insana, insan ilişkilerine verebiliyor. Ve ne yazık ki dostlukları da bozabiliyor.

Üstelik bunu aynı veya rakip parti ayrımını da yapmaksızın; yılların birikimi, mirası olan dostlukları, ilişkileri ve hukukları sonlandırarak ya da ciddi şekilde tahrip ederek yapıyor ne yazık ki.
Siyasette yaşanan kırılmalar eski dostları, zorunlu olarak bir araya gelinen cenazelerde, düğünlerde, toplantılarda veya yemeklerde yaşanan karşılaşmalarda, bırakalım el sıkmayı, göz göze gelmekten dahi uzak bırakmakta.

Siyaset elbette ki bu değildir, bu olmamalıdır. Bu olsa olsa ancak ve ancak politika dediğimiz siyasetin demokrasiyi özümseyememiş ve içine sindirememiş hali ile olsa gerektir.
Partilerin demokrasi anlayışındaki zaafları ve geri kalmışlıkları, görevden almalar ve seçimsiz atamalar, ön seçim müesseselerinin oturmamış olması siyaseti ne yazık ki tabansız bırakmakta ve siyaseti günümüzdeki versiyonu olan politikaya dönüştürmektedir.
Eğer, Müslüman-iman etmiş bir toplum olmamıza rağmen, herhangi bir ortamda, bir yemekte, karşılaşan insanlar siyaset nedeni ile küsmüş ise, diğerinin elini sıkmıyor ve pozitif enerji vermiyor ise vay halimize.

Bu durumun sivil toplum örgütleri içinde aynen geçerli olduğunu görmek te durumu daha da vahim hale getirmekte. Yani siyasetçileri politika yapmakla suçlayan sivil toplum örgütlerindeki arkadaşlar aynayı kendilerini tuttuklarında aynı durumu rahatlıkla görebileceklerdir.
Çözüme giden yolda bu olumsuzluğu sadece siyasete mal etme yerine gerçekte toplumsal bir hasletimiz ve hastalığımız olarak görmeyi başarmak önemli bir adım olacaktır.
Tüm dostlardan ve arkadaşlarımdan ricam şu; siyaseti ve siyasette yaşananları lütfen insani ilişkilerin önünde tutmayınız. Parti veya parti konuları yüzünden hiç kimseyi ama hiç kimseyi kırmak, dökmek, yok etmek gibi yanlış yollara asla ve asla tevessül etmeyelim.
Makamların ve mevkilerin insanlara yaşattıkları zorlukları ya da yaptırdıkları hataları, oluşturdukları kırgınlıkları kenara bırakalım. Unutalım, unutmaya çalışalım. Ama bizim yaptıklarımızdan veya bize yapılanlardan gerekli dersleri çıkararak.

Bir musibet bin nasihatten evladır.” sözüne uygun siyasette yaşadığımız insan ilişkileri bağlı kazalardan ders alalım ama insanları, eski dostlarımızı hayatımızdan çıkarmasına izin vermeyelim.
Siyasetin cazibesine kapılıp dostluğu ve arkadaşlığı ona endeksleyenler bilsin ki; yarınlarda yakınında samimi olan, dostum diyebileceği, sığınacağı kimse kalmayacaktır.
Siyaset, bizlere cep telefonumuzdaki dostlarımızın numaralarını sildirmeye başlamışsa eyvah; bilelim ki bunun sonu gelmeyecektir.

Her şeye rağmen siyaset hizmet etme de en meşru bir araç olup, tüm yanlışlarına, iticiliğine rağmen birileri tarafından mutlaka yapılması gereken önemli-vazgeçilmez bir kurumdur. Siyaseti ve siyasetçiyi kötülemeyi bir tarafa bırakıp düzgün, dürüst, çalışkan siyaseti yapmaya çalışan insanları sistemin dışında bırakmaya çalışan bu döngüyü kırmaya çalışalım.
Unutmayalım dostlar, önemli olan dostlukları musalla taşının önünde yaşamak değil; nefsimizi dizginleyerek, affetmeyi başararak sağlıkta yani bugünde yaşamaktır.
Siyasetin ve sivil toplum örgütlerinin ilişkilerimizi bozmayacağı olgunlukta ve kalitede olacağı günlere  temennisiyle…
Saygılarımla…

23 Ağustos 2011 Salı

YENİ DÖNEMDE LİBYA

                                     Libya’da yeni bir dönemin başladığına tanıklık ettiğimiz şu günlerde Kaddafi’nin devrilmesini Libya’daki çatışmaların son bulduğu olarak algılamamamız gerekir. Libya’nın toplumsal yapısının aşiretlerden oluştuğunu ve düne kadar muhalif olan aşiretlerin bugün iktidar olduğunu ancak aynı şekilde düne kadar iktidar olan aşiretlerin de bugün itibariyle sessiz bir muhalefet grubunu oluşturduğunu dikkate almamız gerekir. Dolayısıyla Libya misyonuna katılan ülkelerin Libya misyonunu başarı ile tamamlamaları için yapması gereken en önemli girişimlerin başında Kadddafi sonrası dönemde aşiretler arasında yeni bir toplumsal uzlaşı kurarak iktidarı bu güçler arasında bölüştürmek gelmektedir. Aksi durumda Libya NATO’nun çekilmesinin hemen ardından ciddi bir iç savaşa sürüklenebilir.

                                                Muhaliflerin Sirte ve Magariha bölgesine henüz girmemeleri de bu kabilelerle savaşmayacakları anlamına gelmemektedir. Ancak bu kabileler büyük bir olasılıkla askeri yenilgiyi şu an için kabul edeceklerdir. Ancak bu hiçbir zaman isyan etmeyecekleri anlamına gelmez. Sonuç olarak, Kaddafi’nin devrildiği son askeri başarının siyasi bir zaferle taçlandırılabilmesi için tüm aşiretlerin içinde yer bulduğu yeni bir siyasi yapıya ihtiyaç vardır.

17 Temmuz 2011 Pazar

TOPLUMSAL BILESENLERIMIZ COZULUYOR MU....

Kimliklerin ve kimlik hareketlerinin algı biçimine bırakıldığı ölçüde insani-toplumsal içeriğini yitiren, birer egemenlik ve statü çatışması aracı, gereci haline getirilerek diyalog konusu olmaktan uzaklaştırılan sorunlarını gerçek bir toplumsal kaygıyla ve sorumlulukla yeni baştan ve yeni bir dille tarif etmek ve Türkiye toplumunu bu zeminde düşünmeye, konuşmaya ve tartışmaya çağırmak acil bir ihtiyaçtır bugün. Aksi halde fiilen çözülmüş, kimlik hareketlerinin güdümünde bileşenleri birbirinden manevi olarak neredeyse kopmuş bu toplum, bu durum ve gidişatın sorumlusu olan kimlik hareketleri -ve onların biri ya da öbürü yanında taraf olmaktan başka bir işlevi yürütemez hale gelmiş- bir devlet aygıtı ile sürüklenerek vahim bir kapışmanın girdabına kapılabilecektir.

Kimlikçi hareketler, doğaları gereği, yani doğal güdü, eğilim ve “yasa”lardan beslenerek güçlendikleri için, bu dehşet verici ihtimali görebilseler dahi, “öteki”lerine baş eğdirmeye koşullu olduklarından önleyemezler. Ve hatta bazıları bunu bir “nihai çözüm” olarak görüp körükleyebilir de. Nitekim daha “güçlü” olanın güçsüz olan “öteki”siyle, görece güçsüz olanın bir zayıf noktasını tespit ettiği “öteki”si güçlüyle ültimatom üslubuyla konuşur hale geldiği şu aşamada, o ültimatomlara uyulmadığı takdirde ne olacağı açıkça söylenmiyor ama böylece de o dehşet verici ihtimalin göze alındığı yeterince ima edilmiş oluyor.

Bu durum ve gidişat karşısında bütün bu “taraf”lara bu -kimlikçi- taraf olma tutumunun tüm çeşitlerine karşı, doğal aidiyetlerimizden çok daha üstün tutulacak değerler ve ilkeler adına taraf olacak bir oluşumun, hem bir dalgakıran hem de yapıcı bir alternatif olma, oluşturma amacıyla inşası için acilen harekete geçmek zorundayız. 

  Türkiye toplumunun bütün bileşenlerinin aralarındaki tüm farklılıklara, çatışmaya da dönüşen, dönüşebilecek tüm sorun, gerilim unsurlarına rağmen yine de birarada tutan, ne olursa olsun şu veya bu biçimde birlikte yaşanacağı duygusunu kabulünü veren tüm faktörlerin, özetle Türkiye toplumunun “harcı”nın ufalanması, tutarlılığını yitirmesi ve bu harç sayesinde bütün darlık ve aksaklıklarına rağmen işleyen iletişim, diyalog karşılıklı anlama, empati kanallarının giderek kapanması veya kopması ile ortaya çıkan bir tutuma işaret ediyordu.

Sonucu ise, toplumun sözkonusu bileşenleri arasında salt iktisadi çıkar ve zorunlulukların gerektirdiği bağlar dışında sözü edilir hiçbir ortak bağın kalmamasıdır, çözülüştür, toplum olmanın yıkımıdır.

7 Temmuz 2011 Perşembe

KORKULAR DEĞİL UMUTLAR ÜZERİNE...

                               Ölmek için geldik zaten dünyaya, değil mi? Ölüyorum  demek bir iltifattır kültürümüzde… Sevdiğimize,hastayım, ölüyorum aşkından demez miyiz?  Şair de demiş işte, aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk diye… Bir de yanıp kül olarak küllerinden doğmanın zevki yok mu, işte en güzeli de odur…
Peki, yaşamanın tadı nerede kaldı? Yaşamak, kartal gibi göklerde dolaşmak, nerede kaldı? Yaşarken hep ölüp ölüp dirilecek miyiz? Ne kadar sürecek bu döngü? Yoksa hala genlerimizde Budist ögeler mi var? Zevk mi alıyoruz acı çekmekten, acılar  mı bizi büyütüyor hala? Hiç sanmıyorum… Açıkçası hiç de böyle olduğunu düşünmüyorum. 2011 yılı Türkiyesi’nde Türkiye’nin hangi bölgesinde olursanız olun, kimsenin acılara bağışıklı ve hevesli olduğunu sanmıyorum. Bambaşka bir dünyadayız artık.korkular üzerinden değil,umutlar üzerinden yaşama mücadelesini topluma sunmak gerekmez mi?

4 Temmuz 2011 Pazartesi

FUTBOL KÜLTÜRÜ.....

                                                    Popüler kültür kavramının sosyal bilim literatüründeki yerici çağrışımları göz önünde bulundurulduğunda futbolun, futbol taraftarlığının veya futbol kültürünün genel olarak popüler kültür olarak nitelenmesi, günümüzde futbolun her düzeyde kazanmış olduğu iktidarın karşısında o kadar kolay değildir. Zorluğu sadece bu kadar çok insanın müşteriliğini celbedebilen bir kültürel ilgiye bu nitelemenin yapılmasının artık bir ampirik geçerliliğinin kalmamış olmasından ziyade, bu ilginin bu kadar yaygınlaşmasından doğan yüklenmiş olduğu kendiliğinden-güç iktidarla ilgili olduğu açıktır. Bizzat kitle kültürü eleştirileri yapabilecek konumda olanları bile bir şekilde dünyasına çekebilmiş olan bu kültüre karşı herhangi bir eleştirel değerlendirmede bulunmak bile iyice zorlaşmaktadır. Yetmişli yıllara kadar futbol eleştirmenlerinin söylemi ve anlam dünyası ile seksenli yıllardan itibaren gelişmeye başlayan eleştirmenlik müessesesinin ustaları arasındaki bir karşılaştırma ne demek istediğimizi çok iyi açıklar. Yetmişli yılların sonlarına kadar futbol gerçekten de büyük ölçüde halkın açıkça ve yoğun olarak ilgilendiği bir uğraştır. Futbol etrafında şekillenen kültüre kitle kültürü, kültür endüstrisi veya popüler kültür kavramları eşliğinde analizler getirmenin hiç bir sıkıntısı yoktur. Daha ideolojik düzeyde, dolayısıyla yetmişli yılların ateşli siyasî ortamında akla ve dile daha kolay gelen entelektüel değerlendirmelerin hepsi Portekiz diktatörü Salzar’ın meşhur 3F formülüne atıfta bulunarak futbol sektörünün yaygınlaşmasının arkasındaki manipülasyonları işaret etmekten çekinmezlerdi. Biraz siyasî atmosferin belirlediği genel kültür açısından bu tür eleştiriler futbol sektörüne bulaşan insanları garip bir suçluluk duygusuna itmiyor değildi, ama zaten bu alanla daha yoğun olarak ilgilenenlerin bu eleştirilere cevap verecekleri ortak bir dilleri yoktu. Oysa günümüzde bu tarz eleştirilerle futbola veya futbol taraftarlığı etrafında gelişen kültüre bir eleştiri getirmek neredeyse imkânsız hâle gelmiştir. Garip bir biçimde bu eleştirileri yapacak entelektüel insanlar bile artık bu kültürün son derece aktif tüketicisi hâline gelmişlerdir (Kitlesel tüketimin aktif olanı olur mu, olur). Uzun yıllar bir ayak oyunu olarak algılanan futbol, ilk zamanlar popüler kültür kavramının gerektirdiği bütün eleştirilerden yeterince nasiplenmiştir. Oysa şimdi popüler kültür kavramını kullanarak futbola bir yaklaşımda bulunmak handiyse elit bir kültürün azarlayıcı bakışlarına toslamak durumundadır.
                                                                  
                                                                   Elitlerin himayesi altına alınmış bir kültürdür artık futbol. O zevkin tadına varmış olan elitler, tabii ki futbol üzerinden yapılabilecek kadar kendi sınıfsal ayrıcalıklarını hissedebilecekleri sembolik alanları üretmekte zorlanmıyorlar. Örneğin, tutulan takımlara atfedilen anlamlar, her ne kadar bu takımların daha nesnel olan anlamı zamanla kendini bir çeşit “gerçeğin dönüşü” olarak dayatsa da, kitlelerin katıldığı bu hazdan nasiplenmenin, bu nasiplenmeyi meşrulaştırmanın, haklılaştırmanın ilginç yollarını oluşturmaktadır. Bir çok insanın Beşiktaşlılığı, Fenerbahçeliliği o dayanılmaz popüler hafifliğine karşı bir ayrıcalık hissi verirken, biraz daha ileri aşamada, yerel bir takımın örneğin Gençler birliği taraftarı olmak üzerinden üretilen söylemler ve mazeretler elit duyguların daha derinlerindeki hangi bilinç hâllerini açığa vurur? Üzerinde durmaya değer değil mi?

7 Nisan 2011 Perşembe

İZMİR SANA BORCUMUZ VARRRRRR

DÜN: izmir Ege’nin incisi…Demokrasinin beşiği…Kooperatifçiliğin banisi…Tarım’ın, turizmin alfabesi…Sanayi’nin gücünü elinde tutan şehir…Tarihin mihenk taşı…Hoşgörünün vatanı…Kültür düzeyi yüksek bir il…Emekliler kenti…Üzümün, incirin, pamuğun, vatanı ihracatın batıya açılan kapısı... Pırıl pırıl denizinde yüzen insanlar… vb daha nice vasıflara sahip bir şehir idi.
BUGÜN:  İnciyi fersah fersah geçen zümrütler var! Statiklik çemberinde demokrasiyi veraset yolu ile devam ettiren insan yığınları… Kapısına kilit vurulan “kooperatif birlikleri”…Gelişen teknolojiye rağmen yanlış tarım politikaları ile bitirilen topraklar…Antalya, Fethiye, Marmaris ve Karşımızdaki Rodos ile boy ölçüşemeyen turizm kenti İzmir…Tarihi anıtlarının üstüne çöken mütegallibeler yüzünden yok olan çeşmeler, konaklar, taş binalar, dünü bugüne taşırken yorulan eserlerin yok oluşu ile turizm kenti olmakla övünen İzmirli… üzümü, inciri ve pamuğu unutmaya yüz tutmuş zürra! Kirlilikten zaman zaman kokan denizimiz…Yağmur yağdığında çileye dönen sokaklarımız.
İlimizi şimdi ise “büyük bir köy” diye vasıflandırıyoruz…
Aynı zamanda üzülüyoruz da!
Peki, İzmir bu hale nasıl geldi, nasıl getirildi, niçin büyük bir köy oldu?
İrdeleyemiyoruz…
Şapkamızı önümüze koyup “nerelerde hata yaptık?”  diye ne düşünüyoruz, ne de üzerinde durup, gidişata “DUR!”…diyebiliyoruz…
Sık sık Ankara’ya milletvekili seçip gönderiyoruz: kah iktidardaki partinin taraftarı, kah muhalefetin savunucusu oluyoruz…
İzmir’imizden çıkan bakanlar var: “onlar eserleri (!) ile övünürken, biz da onlarla övünüyoruz”…
Ama koca bir köy olmaktan kurtulamıyoruz…
Şehrimiz köyleşirken bizler ise; bahanelerle üretemeyen köylü haline geliyoruz…
İzmir atalarımızdan miras kaldı; yedik bitiriyoruz…
Çocuklarımızda emanet aldık; emanete hıyanet ediyoruz…
Atalarımız üzüntüyle seyredip bize lanet okurken, yarın bıraktığımız miras yüzünden çocuklarımız bizi affedecek mi? Acaba?
Sanmıyorum!
Onlara söyleyecek sözümüz, bakacak yüzümüz yok!

31 Mart 2011 Perşembe

SOSYAL DEVLET VE SİVİL ANAYASA YA DOĞRU.....

                                       Günümüzde tüketim toplumu terimi felsefeden sanata kadar geniş bir entelektüel tartışma zemininde yer edinmeyi başarabilmiştir. Oysaki  insan her şeyden önce üretici, eylemde bulunan ve yetenek ve kapasitesi doğrultusunda ortaya bir şeyler koyan yönleri ile anılması gereken bir varlıktır.  İşte insanın bu niteliklerinin modern demokratik toplumlarda bir anlam ifade edebilmesi için bireyin sosyal haklarının güvence altına alındığı bir yurttaşlık kavramı ve bunu gerçekleştirecek bir sosyal devlet anlayışı hem zihinsel, hem metinsel, hem de pratik anlamda artık Türkiye gündeminin merkezine oturmak zorundadır.

27 Şubat 2011 Pazar

HALKIN İÇİNDEN ÇIKMAYAN SİYASETÇİ HALKA SORUMLULUK DUYAR MI ?

                                          Ülkem ve halkım adına siyaset yapanları, ülkemi yönetenleri her anlamda iyi tanımak gerekir. Bizim gibi ülkelerin kaderi her zaman ve her durumda onların elinde olmuştur. Yıkılmak ve yok olmak üzereyken onlar bu durumdan bizi kurtarmış ya da ülkeyi
bir kan gölüne çevirtmiş, beş parasız duruma yine onlar sokmuştur. Bu durum halkımızın bilinçlenme ve eğitim düzeyiyle doğrudan ilişkilidir.


                                Halk adına siyaset yapanlar milyonlarını sizce halkın hangi yararını düşünerek harcıyorlar.Sağduyulu insanlarımız bunun sonucunu şimdiye kadar çok gördü çok..! Siyasetten zenginler türedi bu ülkede. Örnekleri saymakla bitmez. Bunları herkes çok iyi biliyor ! Başbakanlar, bakanlar, milletvekilleri, belediye başkanları, yandaşları… Çünkü halk doğrudan seçmiyor ki onları. Birileri dayatıyor, getiriyor halkın önüne seçeceksin diye. Sonra bunun adına da halk egemenliği deniyor. Demokrasi deniyor. Hangi bilinçli insan yutar bunu ?!
Hangi siyasi anlayıştan olursa olsun seçilenler, seçilecek olanlar görev alma, görev yapma adına milyonlarını harcamamalı. Herkes bilmeli ki harcanan her kuruşun bir karşılığı vardır. Kimse kimseyi kandırmasın. Halk adına siyaset değildir bu. Çıkar ve ‘ben’ adına siyasettir.
Bütün bunları yapıp da halkın karşısına geçip doğruluk, dürüstlük söyleviyle birbirimizi kandırmayalım. Önce herkes üretmeli sonra da üretileni halkıyla paylaşmalıdır gerçek,  idol siyasetçi. Kimse kimsenin kulu olmamalıdır ülkemizde. Çıkar için yalaka yetiştirilmemeli bu toplumda. Kişilikli, hesap soran, bilinçli insanlar yetiştirilmelidir.
                                        Önce siyasi partiler yasası kökten değiştirilmeli,parti içi demokrasi anlayışı yerleştirilmeli, liderlik sultasına son verilmelidir. Siyasi partilerin üyeleri kendi temsilcilerini hiçbir baskı altında kalmadan seçmeli, seçtiği gibi hesap somasını da bilmelidir. Siyaset rant kapısı olmaktan kurtarılmalıdır. Onun için diyoruz ki siyaset halk adına dik durmakla olur.

23 Şubat 2011 Çarşamba

ORTADOĞU ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK....

                         Tunus ve Mısır’da yaşanan olayları açıklamaya çalışılırken, yoksulluk, işsizlik ve genç nüfusun fazlalığına vurgu yapılıyor. Bunların hepsi doğru, fakat 10 yıl öncede yoksulluk vardı, işsizlik vardı, genç nüfus vardı. O zaman niye şimdi olaylar çıktı? Burada, Wikileaks’in etkisinden bahsediliyor. Fakat, sadece bu nedene bağlı olarak olayları açıklamanın sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. Elbette bir takım tetikleyici etkileri olabilir. Ancak, ana noktayı buna bağlamak doğru değil.

                        Bu ülkeleri analiz edecek olursak; gerek Tunus’ta gerek Mısır’da gerek Yemen’de liderler yaklaşık 30 yıldır iktidardalar. Yaşlılar ve iktidarlarını birkaç yıl içerisinde oğullarına devretmek istiyorlar. Bu ülkelerde genç bir nüfus var. Bunların büyük bir kısmı ya dar gelirle yaşamaya çalışıyorlar ya da işsizler. İktidar ise liderler ve onların etrafındaki çok dar bir kadro tarafından paylaşılmış durumda. “Bu yapılar 30 yıldır sürerken şimdi neden patladı?” sorusunun cevabını aslında 21. yüzyılda aramak gerekiyor. Çünkü 20. yüzyılın Arap dünyası ile 21. yüzyılın Arap dünyası arasında farklılıklar var. 20. yüzyılın Arap dünyasında; liderler, jakoben aydınlar ve geniş bir cahil halk kitlelerinin olduğunu görüyoruz. Bu dönemde okumuş olan az miktardaki orta sınıf aydınlar, kendi ülkelerinde iyi iş bulamazsalar, Batı’ya akabiliyorlardı. Avrupa’da, Amerika’da, Kanada’da veya Avustralya’da iş bulabiliyorlardı. Cezayirli bir makine mühendisi tutup Paris’te çalışabiliyordu. Mısır’lı bir doktor Amerika’da iş bulup orta sınıf ve üstü olarak hayatını sürdürebiliyordu. Aynı zamanda, muhalif aydınlar da Avrupa ya da Amerika’da huzur içinde yaşama imkânı bulabiliyorlardı. Bir Mısırlı muhalif, solcu ya da sağcı, ülkesinde baskı gördüğünde Fransa veya İngiltere’ye veya başka bir Batı ülkesine gidip orada yaşabiliyordu. Fakat, 21. yüzyılda bu değişti. Öncelikli olarak Arap toplumları içinde okuma yazma oranı giderek yükseldi. İnsanlar uydudan bütün dünyayı izlemeye başladılar, internet aracılığı ile bütün dünyayı izlemeye ve oralarda yaşanan gelişmelerden haberdar olmaya başladılar. İletişim hızlandı. Hatta, mevcut iktidarlar bu iletişim olanaklarının farkında değilken halk bunları kullanmaya başladı. Bu süreçte Batı’nın baskılarına ve iki yüzlü politikalarına da bir tepki oluşmaya başladı. Irak’ın işgali Batı’ya ve İslâm ile terörün aynı kağıdın üstüne yan yana yazılma isteklerine bir tepki oluşturdu. Aynı zamanda, Batı göç yasalarıyla kapılarını kapattı. Bir Mısırlı aydın rahatça Batı’ya gidemez oldu. Gittiği ve yerleştiği zaman da kendisini orada rahat hissetmemeye başladı. Batı’da yaşayan Arap ve Müslüman kökenli insanlar, vatandaşı oldukları ülkelerde kendilerini rahat hissetmemeye başladılar ve bir huzursuzluk ortaya çıkmaya başladı. İslamofobi giderek ırkçılığa ulaştı. Fransa’da doğmuş ve Fransız vatandaşı olan Cezayir kökenli bir Fransız bile ırkçılığa maruz kalmaya başladı. Irkçılık yalnızca şiddet demek değil. İnsanlar iyi iş bulamamaya, işlerini kaybetmeye veyahut iyi okullarda eğitim alamamaya başladı. Aslında, ilk olaylar da Tunus’da başlamadı. 11 Eylül 2001’de ilk patlama yaşandı. 11 Eylül’ü yapan Arap gençler cahil değildi, yoksul değildi. Bu gençler Batı’da eğitim almışlardı ve bir tepki ile bu işi yapmışlardı. İkinci patlama, 2005’te Paris’te yaşandı. Kuzey Afrika kökenli Fransız vatandaşları Paris’i adeta yaktılar. Bu da bir patlamadır. Sisteme karşı bir başkaldırı olarak bunlar ortaya çıktı. Fakat, bu da anlaşılmadı ve üzerine gidilmedi. Çözüm üretilmedi. Irkçılık arttı. Ötekileştirme arttı. Batı’nın Doğu’dan kendini soyutlaması, kapıları kapatması arttı. Şimdi de Tunus ve Mısır’da benzer bir patlama yaşanıyor. Sedir devrimi olarak isimlendirilen Lübnan’daki olayları ya da İran’daki muhaliflerin gösterilerini de bu süreçte yaşananlar arasında sayabiliriz. Bu olayların yaşandığı ülkelerde kimse temelde “Biz Batı ile bütünleşelim, Batı kültürü ile yaşamaya özeniyoruz ve istiyoruz” demiyor. “Daha demokratik ve daha refah içinde kendi ülkemizde kendi kültürümüzde yaşayalım” diyorlar. Bu patlamalara da genç kesimin önderlik yaptığını görmekteyiz.

                                              Şunu da görmemiz lâzım: Demokratik dönüşüm şeklinde tanımlayabileceğimiz bu hareketlerde kitlelerin bir ideolojisi yok, aynı zamanda bir kadro da yok. “Devrim” diyorsak, bütün devrimlerde -Bolşevik devriminde, Fransız devriminde ya da İran’daki devrimde- bir ideoloji ve onun da bir kadrosu vardı. Devrim başaralı olduğu takdirde de bu kadroların ideolojileri çerçevesinde ülkeyi yeniden şekillendirdiğini görüyoruz. Burada bir ideolojik alt yapı ve örgütlenmiş bir kadro olmadığını görüyoruz. O zaman, “Bu değişim sonrasında ne olacak?” sorusu önemli hâle gelmektedir. Önümüze iki seçenek çıkmaktadır: Birincisi, eski kadroların bir türevi önümüze çıkabilir, ki Tunus’ta buna benzer bir yapıya doğru gidilmektedir. İkincisi de bölgede ideolojiye ve kadrolara sahip radikallerin yavaş yavaş sistemi ele geçirebileceği bir düzene doğru da gidilebilir. Bu ülkelerdeki demokratik kurum alt yapısının ve kültürünün son derece zayıf olduğunu da biliyoruz. Böylesine zayıf sistem içerisinde demokrasinin gelişmesi de çok zaman alacaktır. Türkiye’de demokrasinin tarihi 200 yıla yakın olmasına rağmen hâlen biz anayasa tartışmaları yapıyorsak ve kurumları sistem içindeki rollerini tartışıyor ve oturtmaya çalışıyorsak, bu ülkeler ne yapacak? Bunu görmemiz lâzım. Bu dönüşüm hareketi nerede duracak, nasıl duracak, örneğin İran’a yansıyacak mı? Bölgede nüfusu en kalabalık ülkelerden biri İran, genç ve eğitimli bir nüfus var ve onlar da şu anda yönetimi beğenmiyorlar. Acaba bu olaylar İran’a da sıçrar mı? Bunu da düşünmemiz gerektiğine inanıyorum.

20 Şubat 2011 Pazar

HALKÇI DEĞİL HALKIN KENDİSİ OLABİLMEK......

AKP, 1990’ların art arda gelen krizlerinden, yoksullaşmadan bunalmış halk kesimlerinde, “güç ve iktidarın ekonomik sıkıntıları azaltmaktan daha değerli bir içeriği ve meşruiyeti olamaz” inancının zirveye çıktığı noktada iktidar oldu. Aradan geçen zaman zarfında, iktisadi alanda gerçekleştirdikleriyle o sessiz devrimin aktörlerinin tarihsel hesaplaşmasını yapabilecekleri tarihsel eşiğin aşılmasını sağladı. Birikim’de 2002 seçimlerinin hemen sonrasında öngörüldüğü üzere, toplumun asıl gücünü göstermiş, bunu iyi yönetmiş bir AKP ve onu destekleyen Türk orta sınıfları, toplumun kadim egemenlerine hesap veren konumundan onlardan hesap soran konumuna geçtiler.

Bu yeni muhafazakar-demokrat burjuvaziyi ve yükselen orta sınıfı temsil etmeye en yetkin kişiydi Erdoğan. Asaf Savaş Akat’ın yerinde benzetmesiyle, Ecevit, Demirel, Baykal, Derviş ancak halkçı olabilirlerdi, Erdoğan ise halktı. Devletle sıkıntısı ilkesel olmaktan ziyade tarihsel olan bu yeni orta sınıf, Özal’la başlayan sürecin sahicileşmesi ve mütevazılaşmasıyla birlikte, daha kabadayı, daha otoriter ifadeli, nobran delikanlı tavrıyla bezenmiş bir muhafazakarlığı Erdoğan’ın şahsında merkeze yerleştirdi. Erdoğan’ın kişisel nitelikleri bu yeni muhafazakarlığın otantik olduğu kadar evrensel yanını da yansıtıyordu. Aynı zamanda, bu sessiz inkılâbın ivme kazandıracağı demokratikleşmenin imkânları kadar sınırlarını da ele veriyordu. Ne Erdoğan’ın ne de AKP’nin bir demokrasi mücahidi olmadıklarını, toplumun çoğunluğunun değerlerini temsil etme iddiasının verdiği güvene dayanan bir muhafazakar demokrasi anlayışına sahip oldukları Birikim’de çeşitli vesilerle hatırlatıldı. “Zinde güçlerin” bir an önce duruma el koymasına bel bağlamış, “ordu göreve” pankartları arkasında yürümekten gocunmayan laikçi modernlerden daha sahici bir demokratlıktı bu. fiüphesiz kendine demokrat olma eğilimleri güçlü idi fakat karşısındaki vesayet rejimi güçlerinin baskısı, onun demokratikleşme konusunda buzkırıcı bir işlev görmesini de sağlıyordu.

2007 seçimleri öncesinde laik cephenin Erdoğan’ın ve ardından Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı giriştiği yeni postmodern darbe teşebbüsü, AKP’ye yeniden burjuva demokratik dönüşüm bayrağını yükseltme ve etrafında daha geniş bir koalisyon oluşturma olanağı verdi. 2007 seçimleri sonrasında Birikim’de, AKP’nin şahsında artık nihai zaferini kazanmış sayabileceğimiz yeni egemenlerin, vasilerin imtiyazlarını, statülerini önemli ölçüde geriletmiş olduğu ve bu geriletmenin devam edeceği belirtiliyordu. Yeni anayasa beklentisi içinde, AKP’nin merkezinde olduğu bu yeni hegemonyanın ve sınıf egemenliğinin, birinci Cumhuriyet’e içkin vesayet rejimine son vermesi ve bunların temel hak ve özgürlükler üzerindeki ipoteklerinin kaldırılmasının beklendiği vurgulanırken; kaldırılanın yerine toplum çoğunluğunun ve burjuvazinin onayı alınarak yeni sınırlamalar getirilme ihtimalinin büyük olduğu da hatırlatılıyordu. AKP daha ortada yokken, MÜSİAD çevresinde Malezya modeli tartışılıyordu. Malezya modeli tam da İslami çoğunluğun desteğiyle ayakta duran muhafazakar/otoriter bir demokrasi ile kapitalizmin sentezi idi. Bunun İslam dışı versiyonu, Singapur modeliydi. Malezya modelini laikçi kalemşörler çok daha geç keşfettiler ve pop perspektiften onu değerlendirmekle yetindiler. AKP’nin demokratlığının sınırları Birikim’de birçok kez ifade edildi ama buna rağmen yaşananın bir burjuva demokratik devrim olduğu da belirtildi. Geçerken belirtelim ki bunun dış politikada da yansımaları görüldü. Örneğin, Kıbrıs politikasındaki pozisyon değişikliği, geç kalındığı için sonuç almaya yetmedi ama geleneksel dış politikada değişimin anlamlı bir ön işaretiydi.

AKP ile birlikte yeni burjuvazi toplumda güçlü bir rıza üretmeyi başardı. Sermayenin yeniden yapılanmasını düzenlerken, geleneksel büyük sermayenin göreli yoksullaşmasını değil, yükselen sermaye farksiyonlarının hızlı büyümeden daha büyük pay almasını mümkün kıldı. Böylece sermaye kesimleri içinde ağırlık merkezinin yükselen Anadolu sermayesine doğru kaymasına nezaret ederken, geleneksel büyük burjuvaziyi de tatmin etmekten geri kalmadı. Bu burjuvazinin hayat tarzı endişelerinin zenginliğini koruma kaygılarıyla büyük ölçüde dengelenmesini sağlayacak iktisadi ortamı yarattı.

Sol ise sanki pragmatizm ve klientalizmin Türkiye egemen sınıflarının kadim yönetim araçları olduğunu unutmuşçasına bunları Türkiye’de AKP icat etmiş gibi davranmaktan medet umuyordu. Bu açıdan AKP’ye yüklenirken, pragmatizme zaten sıcak bakan toplumun geniş bir kesimi ise gerçekten hizmet üreten klientalizmi hizmet üretmeyen klientalizme tercih ettiğini her vesileyle dile getiriyordu. AKP’nin iktisadi başarısının sahte olduğunu iddia eden sol, “kağıt üzerinde büyüme”, “hormonlu büyüme”, vs...gibi ucuz popülist laflar eşliğinde toplumun büyük bir kesiminin yoksullaşma yaşadığına kendini inandırmak, bununla avunmak istiyordu. Resmi verilerin yalan olduğu argümanına sığınmış okur yazarı bol bir çevre, ne kadar kendini ve başkalarını inandırmaya çalışsa da, Türkiye toplumunda 2002-2007 arasında mutlak yoksulluk artmadı, azaldı. Ortalama gelir seviyesi düşmedi, hissedilir biçimde arttı. 2009’daki sert resesyona kadar, toplum 1960’lardan beri görmediği istikrarlı bir büyümeye tanık oldu. Eşitsizlik arttı ama mutlak yoksulluk azaldı. “Hizmet götürmeyi her türlü icraat için yeterli meşruiyet olarak gören işgüzar kalkınmacı/zenginleşmeci anlayış”, orta sınıflarda güçlü bir rıza üretti. Sağlık konusunda, köy ve belediye hizmetleri konularında gerçekleştirilenler büyük kentlerin orta-üst sınıflarının yaşamlarında herhangi bir etki belki yaratmıyordu. Buna karşılık varoşlarda, kasabalarda, taşra kentlerinde yarattığı günlük yaşam değişikliği elle tutulur somutluktaydı. AKP belediyeciliği, Ankara hariç, genel olarak CHP, DYP veya ANAP belediyeciliğinin özlemle anılmasına pek fırsat vermiyordu. Elde edilen büyümenin, refah artışının bir gerçekliğe tekabül etmediğini, sahte olduğunu söyleyenler karşısında, AKP’nin bu tarz hizmetlerini kendisi açısından önemli ve yararlı gören emekçiler de, muhalefetin sesine pek fazla kulak asmadılar. Ekonomizmin iktidardaki versiyonunun muhalefetteki versiyonundan daha az bayağı ve daha az beceriksiz olduğunu hissettikleri için, ezilenlerin büyük çoğunluğu muhafazakar burjuva partisine oy vermeye devam etti (Birikim, s.220-221, “Burjuva demokratik dönüşüm ve sol”). Sadece “iyi Müslümanlar” veya “bizim gibi insanlar” iktidarda olduğu için değil, AKP’ye karşı sunulan iktidar alternatiflerine oy vermenin evdeki bulgurdan olma riskini çok güçlü biçimde taşıdığına inandığı için, AKP orta ve alt sınıflardan oy aldı. Büyük ihtimalle 2011 seçimlerinde benzer nedenlerle yüksek oy oranını koruyacak.