22 Ekim 2011 Cumartesi

Siyaset ve ahlak

Politikacılar ahlak konusunda değerlendirilirken, çoğu zaman evlilik dışı ilişkileri ya da kişisel menfaat sağlamak amacıyla karıştıkları yolsuzluklar akla gelir. Bu konularda bir suçları yoksa, genellikle, ahlaklı kimseler olarak bilinirler. Halbuki etkin siyaset alanında bulunan bir kimsenin ahlaksal alanı, yukarıda belirtilen konulara ek olarak ve hatta ondan daha önemlisi, onun verdiği veya vermeye destek olduğu kararlardır. Bu kararlar milyonlarca insanın haklarıyla ilgiliyse, onları mutlu ya da mutsuz edecek mahiyetteyse, bu kararların sonuçları itibarıyla siyasetçi, ahlaken sorumludur. Karşımızdaki bir insana, saygıda kusur edip haksızlık yaptığımızda, nasıl ahlak yasasına ters düşüyorsak, bir kararımızla büyük bir kitleye saygısızlık edip haklarını gasp ediyorsak, milyon kere ahlaka aykırı hareket etmiş oluruz. Hele söz konusu siyasetçi, iktidar mevkiindeyse, halkına karşı görevlerini yapmayıp haklarını gasp ederek, onları mutsuz ediyorsa, ıstıraplara sürüklüyorsa, o kişi büyük bir günahkâr ve ahlaksızdır. Ahirette hesaba çekileceğine inancı varsa, şunu bilsin ki, milyonların eli onun yakasındadır. Bu kişinin günahı o kadar büyüktür ki, zina işleyen, katleden kişinin günahı, onunkinin yanında bir hiçtir. Bu sebeple diktatörler en büyük ahlaksızlardır. Kararlarıyla büyük kitlelere zulmettikleri için. İktidarlarını suistimal edip milyonların ıstırabına yol açtıkları için.

Asıl olan kamusal alan
 Ne yazık ki, kültürümüzde iktidardaki zatların kişisel eylem ve tavırları dışında kalan, kamu alanındaki tasarrufları, ahlak kıstasının dışında bırakılıyor. Bir siyaset adamı ve yönetici için asıl ahlak alanı, kamusal alandır. Etik ve politika konularında araştırma yapan, kitap ve makale yazan çağdaş filozofların en büyük hedefi, bireysel etik sorumluluğu politik alana sokmak ve bu alanda ahlaksal duyarlılığı artırmaktır.
İslam ülkelerini yöneten politikacıları, kamu alanındaki günahlarından bigâne kılan bir husus daha var: Eğer yönetici dindar bir şahıs ise, “iman ve ibadet ederek, ahlaksal sorumluluğumu yerine getirdim” düşüncesine kapılabilir. Ancak imanın ne tür bir ahlaksal eyleme öncelik ettiği bilinemez. Çünkü iman, ahlaksal eylemin gerisindeki prensibi destekleyebildiği gibi desteklemeyebilir de. Hatta bazı inançlar, gayriahlaki eylemi kolaylaştırabilir. İbadetin ise, Tanrı ile kul arasında geçen özel bir eylem olması ve diğer insanların hukukunu ilgilendirmediğinden, ahlaksal eylem alanına girmemesi gerekir. Bu sebeple, verdiği kararlarla halkını mağdur kılan, elindeki gücü zulme çeviren ceberut devlet adamlarının, dinsel inanç ve ibadetlerle günahlarından sıyrılabilmeleri ve erdemliler hanesine yazılmaları mümkün değildir. (Saddam Hüseyin kendi kanıyla, bir hattata bütün bir Kuran’ı yazdırmıştı).

Şark kurnazlığı
Yine Müslüman politikacıların çoğu zaman muteber siyaset diye benimsedikleri ve mubah gördükleri Makyevelist politikalar, kültürümüzde “şark kurnazlığı” diye tabir edilir. Etik-politika ilişkisi konusunda teori üreten Aydınlanma filozoflarının hemen hepsi, iktidara geçmek veya iktidarda kalmak için her türlü aracı mubah kılan bu siyaset anlayışını, ahlaka aykırı bulmuşlardır. Bu meşum siyaset türünün Doğu versiyonu, “şark kurnazlığı” olarak bilinir ve ahlaksızlığın ta kendisidir. Çünkü siyaset, samimiyetin yönetim çarkındaki tezahürü olmalıdır; hilekârlığın farklı görünümleri değil.
Nefislerini Tanrıya adamış olan nezih ruhlar, büyük imtihanlara maruz kalmaktan sakınırlar. Başarısız kalmaktan korkarlar. Hak yemekten ürkerler. Yaşamları boyunca (ebedi) kurtuluş için yalvarıp yakaran bu kimseler, insanları yönetmek gibi vebali gayet ağır bir imtihanı, tecrübe etmek istemezler. Buna talip olan kimselerin ise, pervasız bir gözükaralıkla, bu riskli görevi üstlenmeleri, hayreti mucip bir hadisedir. Çünkü milyonların hukuku söz konusudur. Bu kimselerin her şeyden önce, ruhlarının temizliğinden, iradelerinin doğruluğundan emin olmaları gerekir. Heva heves, kapris, intikam duygusu, aşırı öfke gibi ruhsal hallere maruz kimselerin, özellikle, bu görevi kabul etmemeleri gerekir. Hele kötü niyetle hareket etmeyi bir hak sayması, onun bu işe ehil olmadığını gösterir. Çünkü gerek bireysel eylemlerde gerekse kamuyu ilgilendiren eylemlerde, iyi niyet, ahlaklı eylemin birinci şartıdır. Devlet adamı, düşmanına karşı bile iyi niyetle davranmak zorundadır. Mevcut gelişmelere baktığımızda, İslam ülkelerini yönetenlerin evrensel kültürden ve iç muhasebeden ne kadar uzak olduklarını görüyoruz. Sığ bir bilgi birikimi ve hikmete ulaşamayan dar bir tedebbürle yönetilen bir ülkede, sorunlar çözüme kavuşmaz, aksine daha da büyür. İslam ülkelerinde mevcut olan sorunların çoğu halktan değil, yönetimlerinden kaynaklanıyor. Halklarını mutlu etmekle yükümlü yönetimler, bunun tam tersini yaparak onlara zulmettiler. Çeşitli sahte değerler yaratarak onları birbirine düşman kılmışlar, adaleti gözetmeyerek her türlü fitnenin kaynağı haline gelmişlerdir.

Kuvvet
İyi niyet ve büyük planlarla göreve başlayan kimi devlet adamlarının, iktidar koltuğuna oturunca nasıl bozulduklarına şahit oluyoruz. Etraflarını saran dalkavukların, yersiz övgüleri sebebiyle hatalarını görmez olurlar. Hep alkışlandıkları için, akıllarına ne eserse onun doğru olduğuna kanaat getirirler. Bireysel akıllarıyla insanlığa yön vermeye çalışırlar. Tek akılla yöneten nice hükümdarın akıbetini sanki bilmezler. Kibre kapılıp kendilerinde insanüstü bir yeteneğin varlığına inanırlar. İşte bu varoluş biçimi, onlara, her türlü kötülüğü hoş gösterir. Vicdanı tahrif olmuştur. Onu dizginleyebilecek adalet, insaf, merhamet, doğruluk, hak ve hakkaniyet gibi değerler, artık onun için bir anlam taşımaz. Tek güvendikleri şey kuvvettir. Sonunda bir gün, inandıkları bu yegâne şey, aleyhlerine dönüverir. Yıkılırlar, tüm inandıklarıyla birlikte. İnsanüstü olmadıklarını, aksine küçücük insancıklar olduklarını anlarlar. İlahi adaletin bu tecellisine, diğer insanlar da şahit olur.