16 Ocak 2012 Pazartesi

ANLAM KARMAŞALARI İÇİNDE VAR OLMAYA ÇALIŞMAK

Uzunca bir dönemdir hatta yüzlerce yıldır Türk toplumsal yaşamından, siyasi, politik ve kültürel alanlardan sağduyu, olan biteni tanımlamada objektif yaklaşım, rasyonel değerlendirme uzaklaşmış durumda. Yaşanılan şeyleri salim bir kafa ile yorumlayabilme ise hiç yok. Her şeye belli kavram ve güdülenmişliğin penceresinden bakıyoruz. Yaşam alanımıza giren her şey şabloncu bir mantalite ile değerlendirilmekte. Kendi üzerimizde düşünebilme yeteneğimiz de oldukça kısır. Kendimizi tanıyabilme imkanına ve bu imkandan hareketle çevremizi anlamlandırabilme vasfına hele hiç sahip olamamışız. Sanki zihin dünyamız tarihin belli bir kesiminde ve belli kişilikler üzerinde donup kalmış. Dünya sanki zihnimizin donup kaldığı o zamanlardan ibaretmiş gibi. Karşımıza çıkan bugüne ait problemleri çözmede başarılı olamıyoruz ve tarihin belli dönemlerini ve oradaki kişileri aynı şart ve zeminde bu zamana getirme mücadelesi içine giriyoruz. Sonuçta ne o zamanları anlayabiliyoruz ne de kendi problemlerimize bir çözüm bulabiliyoruz.

İçi boşaltılmış, zamanını ve zemini yitirmiş kavramların çizdiği bir anlam dünyasında yaşıyoruz. Neyi savunuyorsak yada neyin yanında yer aldığımızı iddia ediyorsak aslında savunu ve iddialarımızın en uzağındayız. Hayatımız sürekli reddedişlerle devam ediyor. Kabul ettiklerimizin anlamlarını ise hiç bilemiyoruz nedense. Modernlerimiz hiç modern olmayan bir zihne sahipler. Çağdaşlarımız bir konuştuklarında ortaçağ karanlıkları dile geliyor diye düşünmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Dindarlar konuştuğunda sanki ahiret diye bir yerin olmadığı vehmine kapılabiliyoruz. Çünkü o kadar çok dünyayı seviyorlar ki. Liberallerimiz lafı ele aldıklarında özgürlükten korkuyoruz. Çünkü özgürlük adında bir kölelik düzeni savunuyorlar gibi geliyor. Milliyetçilik denince bir ırkın dışındaki başka bir ırka hiç yaşam hakkı tanımıyoruz. Sanki ırkları ve insanları çeşit çeşit Allah yaratmamış…

Türkiye’de garip bir inanç sistemi yaratılmış. Sistem varlığının devamı için belli sinir uçları oluşturmuş ve toplumu bu sinir uçlarıyla kontrol ediyor. Gerektiği zaman bu sinir uçlarıyla harekete geçiriyor. Yani akledebilme yetisi elinden alınan toplum, karar vericilerin, güç sahiplerinin, iktidar odaklarının hipnozlarıyla hareket eden bir mekanizmaya dönüşüyor. İstenildiğinde en ilerici gruplar en gerici yobazlar haline geliyor. Gerici yobazlar ise ilericilik maskesini takabiliyor. Ülkemiz her türlü ideolojik yobazlarla, pratik yobazlarla, laik yobazlarla, dinci yobazlarla ve liberal demokrat yobazlarla çevrelenmiş durumda.

Stabil bir devlet ve toplum yapımız yok maalesef. Böyle bir stabilitenin yokluğundan kaynaklı bir boşluk hali. Geçmişten geleceğe kesintisiz devam eden yada bir düzene kavuşmuş, bütüncül bir anlam dünyasına sahip değiliz. Bilginin, tarihin sürekli bir dezenformasyona uğratılarak zihinlerin kirlendiği bir aktüel dünyamız var. Tarihsel hadiseler asli bağlamından kopartılarak sunulmakta. Tarihsel olaylar ve kişiler onları kullananlar tarafından sorgulanamaz, dokunulamaz varlıklara dönüştürülmektedir. Bir nevi fetişleştirme hadisesi. Kutsanmışlık havası…

Biz de insan zihninden ve elinden çıkma kavramlara, düzenlemelere tanrısal bir izafiyet addedilir. Özellikle de bu günden öncekilere. Dün hep güzeldir. Dünde yaşayanlar hep iyidir. Bu gün kötüdür. Bu gün yaşayanlar da kötüdür. Bütün anlayışımız bu temelden yükselir adeta. Var olan yapıları sorgulamak, değiştirmek kolay değildir onun için. Yeniden yapmak için yıkım yapamayız. Bu dediğimiz şey ülkemizdeki laik-seküler olarak tanımlanan için de dindarlar için de böyledir. Mitlerin etrafında örülmüş tarihi anlatılar, tanrılaştırılan kişilikler…

Ve bütün bunlara bir de korku eklenir. Allah’tan korkmak, devletten korkmak, bürokrasiden korkmak… Her şeyin temelinde korku vardır. Kaybetme korkusu. Bize sevmeden, tanımadan, bilmeden ziyade korku öğretilir. Bilinçaltımızda hep o vardır. Devlet vatandaşından korkar. Vatandaş devletinden çekinir. Her ne kadar da seçimle iş başına gelen iktidarlar olsa da demokrasi için büyük mücadele verdiğini iddia eden parlamentolar olsa da insanımız yine türlü türlü korkular üretir. Yada üretilen korkularla esir alınır. Halkın büyük çoğunluğunun tercihiyle iş başına gelenleri bazı kesimler tanımaz. Halkın oyuyla iş başına gelenler diktatörlük yapmaya başlar.

Stabil olmayan yapımızdan stabil olmayan saflaşmalar yaratılır ondan sonra. Kendine malzemeye arayan medyada bu saflaşmaları sonuna kadar tetikler. Malzemeyi ta iliklerine kadar sömürür.

İşte tam da burada Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanan 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı kutlama törenleri ile ilgili yazısı dolayısıyla oluşan atmosferi anlamlandırabiliriz.

Malumdur bizde bütün bayramlar, törenler onları kutlayan öğrenciler ve öğretmenler için işkenceye bürokratlar için ise gövde gösterisine dönüştürülür. Hiçbir şeyin farkında olmayan ufacık öğrenciler, tertemiz dimağlar bilmedikleri, yaşları gereği bilemeyecekleri bir takım kavramlar ve törenler için adeta işkence çekerler. Yarım saatlik bir protokol için öğrencilere aylarca hazırlık yaptırılır. Bu hazırlıkların öğrencinin bedensel ve zihinsel gelişimine hiçbir katkısı da olmaz. Hamasi nutuklar, hiçbir edebi-sanatsal değeri olmayan şiirler ezberlettirilir. Çocuklar ileriki yaşlarında şiirden ve edebiyattan nefret ederler.

Yıllar öncesinden kalan, hiçbir geçerliliği olmayan bir takım hareketler yapılır. Bu yıllar öncesinden kalma ritüeller öğrencilere hiçbir şey veremez.

Askeri, sivil bürokratların bir takım duyguları kabaracak, heyecanlanacaklar diye çocuklar yağmurun, güneşin, soğuğun altında titrerler, hasta olurlar. Milli duygulardan içten içe nefrete varan bir yere doğru giderler.

Sevinç, coşku anlamına gelen bayramlar bizde eziyete dönen, yaşamı durduran, yolları kapatan sinir harplerine dönüşür. Halkı hiçe sayan yalnızca bürokratik elitlerin gövde gösterisine dönüştürülen ilkel bir ritüel haline gelen kutlamalar aynı zamanda yaşanan iki yüzlülüğü de ortaya koyar. Zorlamayla, baskıyla yapılan törenler hiçbir zaman gayesine ulaşmamıştır.

Bu bağlamda herkesin şikayetçi olduğu, 23 Nisan kutlamaları, 19 Mayıs törenleri öğrenciler için işkencenin ötesinde bir anlama sahip değildir. Zorlamayla yapılan törenler, dersten kaçmak için törende görev alan öğrenciler. Anlamsız güç gösterileri… Bunlardan kurtulmak gerekiyor. Bayramları daha bayram haline getirmek gerekli.

Bayramlar bütün insanların, öğrencilerin gönüllü katılımlarıyla kutlandığında, tek sıra, hazır kıta şeklinde öğrencilerin tören alanlarına götürülmediğinde anlamlıdır.

Ülkemizde bayram kutlamalarıyla ilgili kime sorarsanız sorun kutlamaların anlamsızlığından, boşunalığından dem vuracaklardır. Çünkü okula giden her vatandaş bu törenlerin hayatımıza bir anlam katmadığının farkındadır. Ama şimdi Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı düzenleme ile toplumun bir çok kesiminin tepkisini çekmiştir. Herkes törenlere adam gibi düzenleme getirilsin ama diye başlamaktadırlar. Çünkü yukarıda söylediğimiz gibi bilinçaltındaki bir takım korkular bilinç üstüne çıkmaktadır. Genlerimizdeki yobazlık hortlamaktadır. Ne kadar ilerici olduğumuzu iddia etsek te!... Yıllar öncesinde üç beş yönetici elit tarafından belirlenen törenler sanki değiştirilmesi günah bir dini ritüelmiş gibi sunulmaktadır. Öbür yandan Cumhuriyetimizin seçkinleriyle problemi olan halkımızın dindar kesimi bir gol daha attık havasına girmektedirler.

Aslolan her türlü seçkinci, elit, kendini halkın üzerinde gören bürokratik, sivil, askeri anlayışların ötesinde insan tekini savunabilmek. Onun izzetini, şerefini ayaklar altına almamaktır. İnsan tekini yok sayan her türlü protokolü yok edebilmektir. Gerisi laf-ü güzaftır.

Hikmeti kendinden menkul törenler hiç kimseye bir şey kazandırmaz. Bunlar üzerinden toplumu karşı karşıya getirmek daha büyük sıkıntıdır. Gerçekçi bir bakış açısıyla problemlerin değerlendirilip çözümler aramak gereklidir. Kaçak güreş yapmak, topu taca atmak kimseye bir şey kazandırmaz. Eğitim alanındaki yığınla sorunları görmezden gelerek toplumun sinir uçlarına dokunup gerilim yaratmak, gerilimden nemalanmak hiç hoş olmayacaktır.

Sonuçta ilkel bir uygulama olan, herkesin rahatsızlık duyduğu, öğrencileri okuldan, dersten soğutan törenler yeniden düzenlenmektedir.

Çocukları adeta bir yarış atına döndüren, hayatımızın hiçbir döneminde faydası olmayan bilgilerle hayatımızın belirlendiği saçma, insan fıtratına aykırı sınava dayalı sistem yerine daha insani bir eğitim sistemi nasıl kurulur buna kafa yormamız gerekir.

Belli kavramlar etrafında kör dövüşü yapmak asla yarar getirmez.

Bir de geçtiğimiz günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı okullara bir yazı göndermişti. Ara tatilde öğrencileri Umre’ye götürmeyle ilgili.

Şimdi toplumsal hafızamızın niteliği hakkında ipucu verecek bir olay daha. Bir kesim laiklik elden gidiyor diyor. Diğer bir kesim ise gol sayısını arttırdığını düşünüyor.

Konuya İslami bilinç açısından baktığımızda günümüzde yapılan Hac ve Umre’nin amacına ne kadar ulaştığı düşündürücüdür. Hac, İslam birliğinin, kardeşliğinin sembol haline gelmesidir. İslam dünyasıyla aramıza çekilmiş sınırları kaldırmadığımız, mübarek beldeleri içler acısı durumdan kurtarmadığımız sürece oralara yapılan her ziyaret turistik bir amaca hizmet edecektir. Yani buradan Kıbrıs’a, İtalya’ya yada herhangi bir turistik yere gitme arasında fark gözükmemektedir.

Haccı, Umreyi ekonomik güç göstergesi haline getirmek, oraya gidip vicdan rahatlatmak, bunların hiç birinin Haccın, umrenin anlamıyla ilişkisi yoktur.

Düşüncelerime tercüman olması dolayısıyla Ahmet ÖZCAN’dan aşağıdaki anekdotu aktarmak isterim.

Tarih: Ağustos 2011
Yer: Diriliş Yayınları.
Mehmet Görmez (diyanet işleri başkanı): Üstadım Sezai Karakoç, sizinle birlikte bu yıl hacc farizası yapmak istiyoruz. Vaktiniz müsait olmazsa ilerde umre de yapabiliriz. Bize bu mübarek yolculukta misafirimiz olma lütfunu bağışlar mısınız..
Sezai Karakoç:(10 dakika düşündükten sonra): Teşekkür ederim. Normalde tabiiki isterim. ancak ben Allah’ın evine, Peygamberimiz’in evine, kendi vatanımızın en kutsal beldesine pasaportla gitmem....

Ayrıca şu ayrıntının da gözden kaçmaması gerekir: Umreye öğrenci göndermekle din devleti olacağız yaygarası koparanlar modern batı dünyasıyla organik bir ilişki içinde olan iktidarın bu yönünü neden gözden kaçırmaktalar?

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız ve iki örnekle de somutladığımız memleketimizin bu yapısından kurtulması gerekiyor. Bir yüzleşme yaşanmalı. Var olan saçma sapan kategorilerin ötesinde bir anlayış gerekli. Yeni bir düşünme biçimi. Her türlü sahtekarlık halinden memleketin kurtulması lazım. Sloganik sahtekarlar susmalı.

Aslolan insandır. Gerisi teferruat.

                              www.aybaruygur.com.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder