Ülkem ve halkım adına siyaset yapanları, ülkemi yönetenleri her anlamda iyi tanımak gerekir. Bizim gibi ülkelerin kaderi her zaman ve her durumda onların elinde olmuştur. Yıkılmak ve yok olmak üzereyken onlar bu durumdan bizi kurtarmış ya da ülkeyi
bir kan gölüne çevirtmiş, beş parasız duruma yine onlar sokmuştur. Bu durum halkımızın bilinçlenme ve eğitim düzeyiyle doğrudan ilişkilidir.
Halk adına siyaset yapanlar milyonlarını sizce halkın hangi yararını düşünerek harcıyorlar.Sağduyulu insanlarımız bunun sonucunu şimdiye kadar çok gördü çok..! Siyasetten zenginler türedi bu ülkede. Örnekleri saymakla bitmez. Bunları herkes çok iyi biliyor ! Başbakanlar, bakanlar, milletvekilleri, belediye başkanları, yandaşları… Çünkü halk doğrudan seçmiyor ki onları. Birileri dayatıyor, getiriyor halkın önüne seçeceksin diye. Sonra bunun adına da halk egemenliği deniyor. Demokrasi deniyor. Hangi bilinçli insan yutar bunu ?!
Hangi siyasi anlayıştan olursa olsun seçilenler, seçilecek olanlar görev alma, görev yapma adına milyonlarını harcamamalı. Herkes bilmeli ki harcanan her kuruşun bir karşılığı vardır. Kimse kimseyi kandırmasın. Halk adına siyaset değildir bu. Çıkar ve ‘ben’ adına siyasettir.
Bütün bunları yapıp da halkın karşısına geçip doğruluk, dürüstlük söyleviyle birbirimizi kandırmayalım. Önce herkes üretmeli sonra da üretileni halkıyla paylaşmalıdır gerçek, idol siyasetçi. Kimse kimsenin kulu olmamalıdır ülkemizde. Çıkar için yalaka yetiştirilmemeli bu toplumda. Kişilikli, hesap soran, bilinçli insanlar yetiştirilmelidir.
Önce siyasi partiler yasası kökten değiştirilmeli,parti içi demokrasi anlayışı yerleştirilmeli, liderlik sultasına son verilmelidir. Siyasi partilerin üyeleri kendi temsilcilerini hiçbir baskı altında kalmadan seçmeli, seçtiği gibi hesap somasını da bilmelidir. Siyaset rant kapısı olmaktan kurtarılmalıdır. Onun için diyoruz ki siyaset halk adına dik durmakla olur.
27 Şubat 2011 Pazar
23 Şubat 2011 Çarşamba
ORTADOĞU ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK....
Tunus ve Mısır’da yaşanan olayları açıklamaya çalışılırken, yoksulluk, işsizlik ve genç nüfusun fazlalığına vurgu yapılıyor. Bunların hepsi doğru, fakat 10 yıl öncede yoksulluk vardı, işsizlik vardı, genç nüfus vardı. O zaman niye şimdi olaylar çıktı? Burada, Wikileaks’in etkisinden bahsediliyor. Fakat, sadece bu nedene bağlı olarak olayları açıklamanın sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. Elbette bir takım tetikleyici etkileri olabilir. Ancak, ana noktayı buna bağlamak doğru değil.
Bu ülkeleri analiz edecek olursak; gerek Tunus’ta gerek Mısır’da gerek Yemen’de liderler yaklaşık 30 yıldır iktidardalar. Yaşlılar ve iktidarlarını birkaç yıl içerisinde oğullarına devretmek istiyorlar. Bu ülkelerde genç bir nüfus var. Bunların büyük bir kısmı ya dar gelirle yaşamaya çalışıyorlar ya da işsizler. İktidar ise liderler ve onların etrafındaki çok dar bir kadro tarafından paylaşılmış durumda. “Bu yapılar 30 yıldır sürerken şimdi neden patladı?” sorusunun cevabını aslında 21. yüzyılda aramak gerekiyor. Çünkü 20. yüzyılın Arap dünyası ile 21. yüzyılın Arap dünyası arasında farklılıklar var. 20. yüzyılın Arap dünyasında; liderler, jakoben aydınlar ve geniş bir cahil halk kitlelerinin olduğunu görüyoruz. Bu dönemde okumuş olan az miktardaki orta sınıf aydınlar, kendi ülkelerinde iyi iş bulamazsalar, Batı’ya akabiliyorlardı. Avrupa’da, Amerika’da, Kanada’da veya Avustralya’da iş bulabiliyorlardı. Cezayirli bir makine mühendisi tutup Paris’te çalışabiliyordu. Mısır’lı bir doktor Amerika’da iş bulup orta sınıf ve üstü olarak hayatını sürdürebiliyordu. Aynı zamanda, muhalif aydınlar da Avrupa ya da Amerika’da huzur içinde yaşama imkânı bulabiliyorlardı. Bir Mısırlı muhalif, solcu ya da sağcı, ülkesinde baskı gördüğünde Fransa veya İngiltere’ye veya başka bir Batı ülkesine gidip orada yaşabiliyordu. Fakat, 21. yüzyılda bu değişti. Öncelikli olarak Arap toplumları içinde okuma yazma oranı giderek yükseldi. İnsanlar uydudan bütün dünyayı izlemeye başladılar, internet aracılığı ile bütün dünyayı izlemeye ve oralarda yaşanan gelişmelerden haberdar olmaya başladılar. İletişim hızlandı. Hatta, mevcut iktidarlar bu iletişim olanaklarının farkında değilken halk bunları kullanmaya başladı. Bu süreçte Batı’nın baskılarına ve iki yüzlü politikalarına da bir tepki oluşmaya başladı. Irak’ın işgali Batı’ya ve İslâm ile terörün aynı kağıdın üstüne yan yana yazılma isteklerine bir tepki oluşturdu. Aynı zamanda, Batı göç yasalarıyla kapılarını kapattı. Bir Mısırlı aydın rahatça Batı’ya gidemez oldu. Gittiği ve yerleştiği zaman da kendisini orada rahat hissetmemeye başladı. Batı’da yaşayan Arap ve Müslüman kökenli insanlar, vatandaşı oldukları ülkelerde kendilerini rahat hissetmemeye başladılar ve bir huzursuzluk ortaya çıkmaya başladı. İslamofobi giderek ırkçılığa ulaştı. Fransa’da doğmuş ve Fransız vatandaşı olan Cezayir kökenli bir Fransız bile ırkçılığa maruz kalmaya başladı. Irkçılık yalnızca şiddet demek değil. İnsanlar iyi iş bulamamaya, işlerini kaybetmeye veyahut iyi okullarda eğitim alamamaya başladı. Aslında, ilk olaylar da Tunus’da başlamadı. 11 Eylül 2001’de ilk patlama yaşandı. 11 Eylül’ü yapan Arap gençler cahil değildi, yoksul değildi. Bu gençler Batı’da eğitim almışlardı ve bir tepki ile bu işi yapmışlardı. İkinci patlama, 2005’te Paris’te yaşandı. Kuzey Afrika kökenli Fransız vatandaşları Paris’i adeta yaktılar. Bu da bir patlamadır. Sisteme karşı bir başkaldırı olarak bunlar ortaya çıktı. Fakat, bu da anlaşılmadı ve üzerine gidilmedi. Çözüm üretilmedi. Irkçılık arttı. Ötekileştirme arttı. Batı’nın Doğu’dan kendini soyutlaması, kapıları kapatması arttı. Şimdi de Tunus ve Mısır’da benzer bir patlama yaşanıyor. Sedir devrimi olarak isimlendirilen Lübnan’daki olayları ya da İran’daki muhaliflerin gösterilerini de bu süreçte yaşananlar arasında sayabiliriz. Bu olayların yaşandığı ülkelerde kimse temelde “Biz Batı ile bütünleşelim, Batı kültürü ile yaşamaya özeniyoruz ve istiyoruz” demiyor. “Daha demokratik ve daha refah içinde kendi ülkemizde kendi kültürümüzde yaşayalım” diyorlar. Bu patlamalara da genç kesimin önderlik yaptığını görmekteyiz.
Şunu da görmemiz lâzım: Demokratik dönüşüm şeklinde tanımlayabileceğimiz bu hareketlerde kitlelerin bir ideolojisi yok, aynı zamanda bir kadro da yok. “Devrim” diyorsak, bütün devrimlerde -Bolşevik devriminde, Fransız devriminde ya da İran’daki devrimde- bir ideoloji ve onun da bir kadrosu vardı. Devrim başaralı olduğu takdirde de bu kadroların ideolojileri çerçevesinde ülkeyi yeniden şekillendirdiğini görüyoruz. Burada bir ideolojik alt yapı ve örgütlenmiş bir kadro olmadığını görüyoruz. O zaman, “Bu değişim sonrasında ne olacak?” sorusu önemli hâle gelmektedir. Önümüze iki seçenek çıkmaktadır: Birincisi, eski kadroların bir türevi önümüze çıkabilir, ki Tunus’ta buna benzer bir yapıya doğru gidilmektedir. İkincisi de bölgede ideolojiye ve kadrolara sahip radikallerin yavaş yavaş sistemi ele geçirebileceği bir düzene doğru da gidilebilir. Bu ülkelerdeki demokratik kurum alt yapısının ve kültürünün son derece zayıf olduğunu da biliyoruz. Böylesine zayıf sistem içerisinde demokrasinin gelişmesi de çok zaman alacaktır. Türkiye’de demokrasinin tarihi 200 yıla yakın olmasına rağmen hâlen biz anayasa tartışmaları yapıyorsak ve kurumları sistem içindeki rollerini tartışıyor ve oturtmaya çalışıyorsak, bu ülkeler ne yapacak? Bunu görmemiz lâzım. Bu dönüşüm hareketi nerede duracak, nasıl duracak, örneğin İran’a yansıyacak mı? Bölgede nüfusu en kalabalık ülkelerden biri İran, genç ve eğitimli bir nüfus var ve onlar da şu anda yönetimi beğenmiyorlar. Acaba bu olaylar İran’a da sıçrar mı? Bunu da düşünmemiz gerektiğine inanıyorum.
Bu ülkeleri analiz edecek olursak; gerek Tunus’ta gerek Mısır’da gerek Yemen’de liderler yaklaşık 30 yıldır iktidardalar. Yaşlılar ve iktidarlarını birkaç yıl içerisinde oğullarına devretmek istiyorlar. Bu ülkelerde genç bir nüfus var. Bunların büyük bir kısmı ya dar gelirle yaşamaya çalışıyorlar ya da işsizler. İktidar ise liderler ve onların etrafındaki çok dar bir kadro tarafından paylaşılmış durumda. “Bu yapılar 30 yıldır sürerken şimdi neden patladı?” sorusunun cevabını aslında 21. yüzyılda aramak gerekiyor. Çünkü 20. yüzyılın Arap dünyası ile 21. yüzyılın Arap dünyası arasında farklılıklar var. 20. yüzyılın Arap dünyasında; liderler, jakoben aydınlar ve geniş bir cahil halk kitlelerinin olduğunu görüyoruz. Bu dönemde okumuş olan az miktardaki orta sınıf aydınlar, kendi ülkelerinde iyi iş bulamazsalar, Batı’ya akabiliyorlardı. Avrupa’da, Amerika’da, Kanada’da veya Avustralya’da iş bulabiliyorlardı. Cezayirli bir makine mühendisi tutup Paris’te çalışabiliyordu. Mısır’lı bir doktor Amerika’da iş bulup orta sınıf ve üstü olarak hayatını sürdürebiliyordu. Aynı zamanda, muhalif aydınlar da Avrupa ya da Amerika’da huzur içinde yaşama imkânı bulabiliyorlardı. Bir Mısırlı muhalif, solcu ya da sağcı, ülkesinde baskı gördüğünde Fransa veya İngiltere’ye veya başka bir Batı ülkesine gidip orada yaşabiliyordu. Fakat, 21. yüzyılda bu değişti. Öncelikli olarak Arap toplumları içinde okuma yazma oranı giderek yükseldi. İnsanlar uydudan bütün dünyayı izlemeye başladılar, internet aracılığı ile bütün dünyayı izlemeye ve oralarda yaşanan gelişmelerden haberdar olmaya başladılar. İletişim hızlandı. Hatta, mevcut iktidarlar bu iletişim olanaklarının farkında değilken halk bunları kullanmaya başladı. Bu süreçte Batı’nın baskılarına ve iki yüzlü politikalarına da bir tepki oluşmaya başladı. Irak’ın işgali Batı’ya ve İslâm ile terörün aynı kağıdın üstüne yan yana yazılma isteklerine bir tepki oluşturdu. Aynı zamanda, Batı göç yasalarıyla kapılarını kapattı. Bir Mısırlı aydın rahatça Batı’ya gidemez oldu. Gittiği ve yerleştiği zaman da kendisini orada rahat hissetmemeye başladı. Batı’da yaşayan Arap ve Müslüman kökenli insanlar, vatandaşı oldukları ülkelerde kendilerini rahat hissetmemeye başladılar ve bir huzursuzluk ortaya çıkmaya başladı. İslamofobi giderek ırkçılığa ulaştı. Fransa’da doğmuş ve Fransız vatandaşı olan Cezayir kökenli bir Fransız bile ırkçılığa maruz kalmaya başladı. Irkçılık yalnızca şiddet demek değil. İnsanlar iyi iş bulamamaya, işlerini kaybetmeye veyahut iyi okullarda eğitim alamamaya başladı. Aslında, ilk olaylar da Tunus’da başlamadı. 11 Eylül 2001’de ilk patlama yaşandı. 11 Eylül’ü yapan Arap gençler cahil değildi, yoksul değildi. Bu gençler Batı’da eğitim almışlardı ve bir tepki ile bu işi yapmışlardı. İkinci patlama, 2005’te Paris’te yaşandı. Kuzey Afrika kökenli Fransız vatandaşları Paris’i adeta yaktılar. Bu da bir patlamadır. Sisteme karşı bir başkaldırı olarak bunlar ortaya çıktı. Fakat, bu da anlaşılmadı ve üzerine gidilmedi. Çözüm üretilmedi. Irkçılık arttı. Ötekileştirme arttı. Batı’nın Doğu’dan kendini soyutlaması, kapıları kapatması arttı. Şimdi de Tunus ve Mısır’da benzer bir patlama yaşanıyor. Sedir devrimi olarak isimlendirilen Lübnan’daki olayları ya da İran’daki muhaliflerin gösterilerini de bu süreçte yaşananlar arasında sayabiliriz. Bu olayların yaşandığı ülkelerde kimse temelde “Biz Batı ile bütünleşelim, Batı kültürü ile yaşamaya özeniyoruz ve istiyoruz” demiyor. “Daha demokratik ve daha refah içinde kendi ülkemizde kendi kültürümüzde yaşayalım” diyorlar. Bu patlamalara da genç kesimin önderlik yaptığını görmekteyiz.
Şunu da görmemiz lâzım: Demokratik dönüşüm şeklinde tanımlayabileceğimiz bu hareketlerde kitlelerin bir ideolojisi yok, aynı zamanda bir kadro da yok. “Devrim” diyorsak, bütün devrimlerde -Bolşevik devriminde, Fransız devriminde ya da İran’daki devrimde- bir ideoloji ve onun da bir kadrosu vardı. Devrim başaralı olduğu takdirde de bu kadroların ideolojileri çerçevesinde ülkeyi yeniden şekillendirdiğini görüyoruz. Burada bir ideolojik alt yapı ve örgütlenmiş bir kadro olmadığını görüyoruz. O zaman, “Bu değişim sonrasında ne olacak?” sorusu önemli hâle gelmektedir. Önümüze iki seçenek çıkmaktadır: Birincisi, eski kadroların bir türevi önümüze çıkabilir, ki Tunus’ta buna benzer bir yapıya doğru gidilmektedir. İkincisi de bölgede ideolojiye ve kadrolara sahip radikallerin yavaş yavaş sistemi ele geçirebileceği bir düzene doğru da gidilebilir. Bu ülkelerdeki demokratik kurum alt yapısının ve kültürünün son derece zayıf olduğunu da biliyoruz. Böylesine zayıf sistem içerisinde demokrasinin gelişmesi de çok zaman alacaktır. Türkiye’de demokrasinin tarihi 200 yıla yakın olmasına rağmen hâlen biz anayasa tartışmaları yapıyorsak ve kurumları sistem içindeki rollerini tartışıyor ve oturtmaya çalışıyorsak, bu ülkeler ne yapacak? Bunu görmemiz lâzım. Bu dönüşüm hareketi nerede duracak, nasıl duracak, örneğin İran’a yansıyacak mı? Bölgede nüfusu en kalabalık ülkelerden biri İran, genç ve eğitimli bir nüfus var ve onlar da şu anda yönetimi beğenmiyorlar. Acaba bu olaylar İran’a da sıçrar mı? Bunu da düşünmemiz gerektiğine inanıyorum.
20 Şubat 2011 Pazar
HALKÇI DEĞİL HALKIN KENDİSİ OLABİLMEK......
AKP, 1990’ların art arda gelen krizlerinden, yoksullaşmadan bunalmış halk kesimlerinde, “güç ve iktidarın ekonomik sıkıntıları azaltmaktan daha değerli bir içeriği ve meşruiyeti olamaz” inancının zirveye çıktığı noktada iktidar oldu. Aradan geçen zaman zarfında, iktisadi alanda gerçekleştirdikleriyle o sessiz devrimin aktörlerinin tarihsel hesaplaşmasını yapabilecekleri tarihsel eşiğin aşılmasını sağladı. Birikim’de 2002 seçimlerinin hemen sonrasında öngörüldüğü üzere, toplumun asıl gücünü göstermiş, bunu iyi yönetmiş bir AKP ve onu destekleyen Türk orta sınıfları, toplumun kadim egemenlerine hesap veren konumundan onlardan hesap soran konumuna geçtiler.
Bu yeni muhafazakar-demokrat burjuvaziyi ve yükselen orta sınıfı temsil etmeye en yetkin kişiydi Erdoğan. Asaf Savaş Akat’ın yerinde benzetmesiyle, Ecevit, Demirel, Baykal, Derviş ancak halkçı olabilirlerdi, Erdoğan ise halktı. Devletle sıkıntısı ilkesel olmaktan ziyade tarihsel olan bu yeni orta sınıf, Özal’la başlayan sürecin sahicileşmesi ve mütevazılaşmasıyla birlikte, daha kabadayı, daha otoriter ifadeli, nobran delikanlı tavrıyla bezenmiş bir muhafazakarlığı Erdoğan’ın şahsında merkeze yerleştirdi. Erdoğan’ın kişisel nitelikleri bu yeni muhafazakarlığın otantik olduğu kadar evrensel yanını da yansıtıyordu. Aynı zamanda, bu sessiz inkılâbın ivme kazandıracağı demokratikleşmenin imkânları kadar sınırlarını da ele veriyordu. Ne Erdoğan’ın ne de AKP’nin bir demokrasi mücahidi olmadıklarını, toplumun çoğunluğunun değerlerini temsil etme iddiasının verdiği güvene dayanan bir muhafazakar demokrasi anlayışına sahip oldukları Birikim’de çeşitli vesilerle hatırlatıldı. “Zinde güçlerin” bir an önce duruma el koymasına bel bağlamış, “ordu göreve” pankartları arkasında yürümekten gocunmayan laikçi modernlerden daha sahici bir demokratlıktı bu. fiüphesiz kendine demokrat olma eğilimleri güçlü idi fakat karşısındaki vesayet rejimi güçlerinin baskısı, onun demokratikleşme konusunda buzkırıcı bir işlev görmesini de sağlıyordu.
2007 seçimleri öncesinde laik cephenin Erdoğan’ın ve ardından Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı giriştiği yeni postmodern darbe teşebbüsü, AKP’ye yeniden burjuva demokratik dönüşüm bayrağını yükseltme ve etrafında daha geniş bir koalisyon oluşturma olanağı verdi. 2007 seçimleri sonrasında Birikim’de, AKP’nin şahsında artık nihai zaferini kazanmış sayabileceğimiz yeni egemenlerin, vasilerin imtiyazlarını, statülerini önemli ölçüde geriletmiş olduğu ve bu geriletmenin devam edeceği belirtiliyordu. Yeni anayasa beklentisi içinde, AKP’nin merkezinde olduğu bu yeni hegemonyanın ve sınıf egemenliğinin, birinci Cumhuriyet’e içkin vesayet rejimine son vermesi ve bunların temel hak ve özgürlükler üzerindeki ipoteklerinin kaldırılmasının beklendiği vurgulanırken; kaldırılanın yerine toplum çoğunluğunun ve burjuvazinin onayı alınarak yeni sınırlamalar getirilme ihtimalinin büyük olduğu da hatırlatılıyordu. AKP daha ortada yokken, MÜSİAD çevresinde Malezya modeli tartışılıyordu. Malezya modeli tam da İslami çoğunluğun desteğiyle ayakta duran muhafazakar/otoriter bir demokrasi ile kapitalizmin sentezi idi. Bunun İslam dışı versiyonu, Singapur modeliydi. Malezya modelini laikçi kalemşörler çok daha geç keşfettiler ve pop perspektiften onu değerlendirmekle yetindiler. AKP’nin demokratlığının sınırları Birikim’de birçok kez ifade edildi ama buna rağmen yaşananın bir burjuva demokratik devrim olduğu da belirtildi. Geçerken belirtelim ki bunun dış politikada da yansımaları görüldü. Örneğin, Kıbrıs politikasındaki pozisyon değişikliği, geç kalındığı için sonuç almaya yetmedi ama geleneksel dış politikada değişimin anlamlı bir ön işaretiydi.
AKP ile birlikte yeni burjuvazi toplumda güçlü bir rıza üretmeyi başardı. Sermayenin yeniden yapılanmasını düzenlerken, geleneksel büyük sermayenin göreli yoksullaşmasını değil, yükselen sermaye farksiyonlarının hızlı büyümeden daha büyük pay almasını mümkün kıldı. Böylece sermaye kesimleri içinde ağırlık merkezinin yükselen Anadolu sermayesine doğru kaymasına nezaret ederken, geleneksel büyük burjuvaziyi de tatmin etmekten geri kalmadı. Bu burjuvazinin hayat tarzı endişelerinin zenginliğini koruma kaygılarıyla büyük ölçüde dengelenmesini sağlayacak iktisadi ortamı yarattı.
Sol ise sanki pragmatizm ve klientalizmin Türkiye egemen sınıflarının kadim yönetim araçları olduğunu unutmuşçasına bunları Türkiye’de AKP icat etmiş gibi davranmaktan medet umuyordu. Bu açıdan AKP’ye yüklenirken, pragmatizme zaten sıcak bakan toplumun geniş bir kesimi ise gerçekten hizmet üreten klientalizmi hizmet üretmeyen klientalizme tercih ettiğini her vesileyle dile getiriyordu. AKP’nin iktisadi başarısının sahte olduğunu iddia eden sol, “kağıt üzerinde büyüme”, “hormonlu büyüme”, vs...gibi ucuz popülist laflar eşliğinde toplumun büyük bir kesiminin yoksullaşma yaşadığına kendini inandırmak, bununla avunmak istiyordu. Resmi verilerin yalan olduğu argümanına sığınmış okur yazarı bol bir çevre, ne kadar kendini ve başkalarını inandırmaya çalışsa da, Türkiye toplumunda 2002-2007 arasında mutlak yoksulluk artmadı, azaldı. Ortalama gelir seviyesi düşmedi, hissedilir biçimde arttı. 2009’daki sert resesyona kadar, toplum 1960’lardan beri görmediği istikrarlı bir büyümeye tanık oldu. Eşitsizlik arttı ama mutlak yoksulluk azaldı. “Hizmet götürmeyi her türlü icraat için yeterli meşruiyet olarak gören işgüzar kalkınmacı/zenginleşmeci anlayış”, orta sınıflarda güçlü bir rıza üretti. Sağlık konusunda, köy ve belediye hizmetleri konularında gerçekleştirilenler büyük kentlerin orta-üst sınıflarının yaşamlarında herhangi bir etki belki yaratmıyordu. Buna karşılık varoşlarda, kasabalarda, taşra kentlerinde yarattığı günlük yaşam değişikliği elle tutulur somutluktaydı. AKP belediyeciliği, Ankara hariç, genel olarak CHP, DYP veya ANAP belediyeciliğinin özlemle anılmasına pek fırsat vermiyordu. Elde edilen büyümenin, refah artışının bir gerçekliğe tekabül etmediğini, sahte olduğunu söyleyenler karşısında, AKP’nin bu tarz hizmetlerini kendisi açısından önemli ve yararlı gören emekçiler de, muhalefetin sesine pek fazla kulak asmadılar. Ekonomizmin iktidardaki versiyonunun muhalefetteki versiyonundan daha az bayağı ve daha az beceriksiz olduğunu hissettikleri için, ezilenlerin büyük çoğunluğu muhafazakar burjuva partisine oy vermeye devam etti (Birikim, s.220-221, “Burjuva demokratik dönüşüm ve sol”). Sadece “iyi Müslümanlar” veya “bizim gibi insanlar” iktidarda olduğu için değil, AKP’ye karşı sunulan iktidar alternatiflerine oy vermenin evdeki bulgurdan olma riskini çok güçlü biçimde taşıdığına inandığı için, AKP orta ve alt sınıflardan oy aldı. Büyük ihtimalle 2011 seçimlerinde benzer nedenlerle yüksek oy oranını koruyacak.
Bu yeni muhafazakar-demokrat burjuvaziyi ve yükselen orta sınıfı temsil etmeye en yetkin kişiydi Erdoğan. Asaf Savaş Akat’ın yerinde benzetmesiyle, Ecevit, Demirel, Baykal, Derviş ancak halkçı olabilirlerdi, Erdoğan ise halktı. Devletle sıkıntısı ilkesel olmaktan ziyade tarihsel olan bu yeni orta sınıf, Özal’la başlayan sürecin sahicileşmesi ve mütevazılaşmasıyla birlikte, daha kabadayı, daha otoriter ifadeli, nobran delikanlı tavrıyla bezenmiş bir muhafazakarlığı Erdoğan’ın şahsında merkeze yerleştirdi. Erdoğan’ın kişisel nitelikleri bu yeni muhafazakarlığın otantik olduğu kadar evrensel yanını da yansıtıyordu. Aynı zamanda, bu sessiz inkılâbın ivme kazandıracağı demokratikleşmenin imkânları kadar sınırlarını da ele veriyordu. Ne Erdoğan’ın ne de AKP’nin bir demokrasi mücahidi olmadıklarını, toplumun çoğunluğunun değerlerini temsil etme iddiasının verdiği güvene dayanan bir muhafazakar demokrasi anlayışına sahip oldukları Birikim’de çeşitli vesilerle hatırlatıldı. “Zinde güçlerin” bir an önce duruma el koymasına bel bağlamış, “ordu göreve” pankartları arkasında yürümekten gocunmayan laikçi modernlerden daha sahici bir demokratlıktı bu. fiüphesiz kendine demokrat olma eğilimleri güçlü idi fakat karşısındaki vesayet rejimi güçlerinin baskısı, onun demokratikleşme konusunda buzkırıcı bir işlev görmesini de sağlıyordu.
2007 seçimleri öncesinde laik cephenin Erdoğan’ın ve ardından Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı giriştiği yeni postmodern darbe teşebbüsü, AKP’ye yeniden burjuva demokratik dönüşüm bayrağını yükseltme ve etrafında daha geniş bir koalisyon oluşturma olanağı verdi. 2007 seçimleri sonrasında Birikim’de, AKP’nin şahsında artık nihai zaferini kazanmış sayabileceğimiz yeni egemenlerin, vasilerin imtiyazlarını, statülerini önemli ölçüde geriletmiş olduğu ve bu geriletmenin devam edeceği belirtiliyordu. Yeni anayasa beklentisi içinde, AKP’nin merkezinde olduğu bu yeni hegemonyanın ve sınıf egemenliğinin, birinci Cumhuriyet’e içkin vesayet rejimine son vermesi ve bunların temel hak ve özgürlükler üzerindeki ipoteklerinin kaldırılmasının beklendiği vurgulanırken; kaldırılanın yerine toplum çoğunluğunun ve burjuvazinin onayı alınarak yeni sınırlamalar getirilme ihtimalinin büyük olduğu da hatırlatılıyordu. AKP daha ortada yokken, MÜSİAD çevresinde Malezya modeli tartışılıyordu. Malezya modeli tam da İslami çoğunluğun desteğiyle ayakta duran muhafazakar/otoriter bir demokrasi ile kapitalizmin sentezi idi. Bunun İslam dışı versiyonu, Singapur modeliydi. Malezya modelini laikçi kalemşörler çok daha geç keşfettiler ve pop perspektiften onu değerlendirmekle yetindiler. AKP’nin demokratlığının sınırları Birikim’de birçok kez ifade edildi ama buna rağmen yaşananın bir burjuva demokratik devrim olduğu da belirtildi. Geçerken belirtelim ki bunun dış politikada da yansımaları görüldü. Örneğin, Kıbrıs politikasındaki pozisyon değişikliği, geç kalındığı için sonuç almaya yetmedi ama geleneksel dış politikada değişimin anlamlı bir ön işaretiydi.
AKP ile birlikte yeni burjuvazi toplumda güçlü bir rıza üretmeyi başardı. Sermayenin yeniden yapılanmasını düzenlerken, geleneksel büyük sermayenin göreli yoksullaşmasını değil, yükselen sermaye farksiyonlarının hızlı büyümeden daha büyük pay almasını mümkün kıldı. Böylece sermaye kesimleri içinde ağırlık merkezinin yükselen Anadolu sermayesine doğru kaymasına nezaret ederken, geleneksel büyük burjuvaziyi de tatmin etmekten geri kalmadı. Bu burjuvazinin hayat tarzı endişelerinin zenginliğini koruma kaygılarıyla büyük ölçüde dengelenmesini sağlayacak iktisadi ortamı yarattı.
Sol ise sanki pragmatizm ve klientalizmin Türkiye egemen sınıflarının kadim yönetim araçları olduğunu unutmuşçasına bunları Türkiye’de AKP icat etmiş gibi davranmaktan medet umuyordu. Bu açıdan AKP’ye yüklenirken, pragmatizme zaten sıcak bakan toplumun geniş bir kesimi ise gerçekten hizmet üreten klientalizmi hizmet üretmeyen klientalizme tercih ettiğini her vesileyle dile getiriyordu. AKP’nin iktisadi başarısının sahte olduğunu iddia eden sol, “kağıt üzerinde büyüme”, “hormonlu büyüme”, vs...gibi ucuz popülist laflar eşliğinde toplumun büyük bir kesiminin yoksullaşma yaşadığına kendini inandırmak, bununla avunmak istiyordu. Resmi verilerin yalan olduğu argümanına sığınmış okur yazarı bol bir çevre, ne kadar kendini ve başkalarını inandırmaya çalışsa da, Türkiye toplumunda 2002-2007 arasında mutlak yoksulluk artmadı, azaldı. Ortalama gelir seviyesi düşmedi, hissedilir biçimde arttı. 2009’daki sert resesyona kadar, toplum 1960’lardan beri görmediği istikrarlı bir büyümeye tanık oldu. Eşitsizlik arttı ama mutlak yoksulluk azaldı. “Hizmet götürmeyi her türlü icraat için yeterli meşruiyet olarak gören işgüzar kalkınmacı/zenginleşmeci anlayış”, orta sınıflarda güçlü bir rıza üretti. Sağlık konusunda, köy ve belediye hizmetleri konularında gerçekleştirilenler büyük kentlerin orta-üst sınıflarının yaşamlarında herhangi bir etki belki yaratmıyordu. Buna karşılık varoşlarda, kasabalarda, taşra kentlerinde yarattığı günlük yaşam değişikliği elle tutulur somutluktaydı. AKP belediyeciliği, Ankara hariç, genel olarak CHP, DYP veya ANAP belediyeciliğinin özlemle anılmasına pek fırsat vermiyordu. Elde edilen büyümenin, refah artışının bir gerçekliğe tekabül etmediğini, sahte olduğunu söyleyenler karşısında, AKP’nin bu tarz hizmetlerini kendisi açısından önemli ve yararlı gören emekçiler de, muhalefetin sesine pek fazla kulak asmadılar. Ekonomizmin iktidardaki versiyonunun muhalefetteki versiyonundan daha az bayağı ve daha az beceriksiz olduğunu hissettikleri için, ezilenlerin büyük çoğunluğu muhafazakar burjuva partisine oy vermeye devam etti (Birikim, s.220-221, “Burjuva demokratik dönüşüm ve sol”). Sadece “iyi Müslümanlar” veya “bizim gibi insanlar” iktidarda olduğu için değil, AKP’ye karşı sunulan iktidar alternatiflerine oy vermenin evdeki bulgurdan olma riskini çok güçlü biçimde taşıdığına inandığı için, AKP orta ve alt sınıflardan oy aldı. Büyük ihtimalle 2011 seçimlerinde benzer nedenlerle yüksek oy oranını koruyacak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)