Tunus ve Mısır’da yaşanan olayları açıklamaya çalışılırken, yoksulluk, işsizlik ve genç nüfusun fazlalığına vurgu yapılıyor. Bunların hepsi doğru, fakat 10 yıl öncede yoksulluk vardı, işsizlik vardı, genç nüfus vardı. O zaman niye şimdi olaylar çıktı? Burada, Wikileaks’in etkisinden bahsediliyor. Fakat, sadece bu nedene bağlı olarak olayları açıklamanın sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. Elbette bir takım tetikleyici etkileri olabilir. Ancak, ana noktayı buna bağlamak doğru değil.
Bu ülkeleri analiz edecek olursak; gerek Tunus’ta gerek Mısır’da gerek Yemen’de liderler yaklaşık 30 yıldır iktidardalar. Yaşlılar ve iktidarlarını birkaç yıl içerisinde oğullarına devretmek istiyorlar. Bu ülkelerde genç bir nüfus var. Bunların büyük bir kısmı ya dar gelirle yaşamaya çalışıyorlar ya da işsizler. İktidar ise liderler ve onların etrafındaki çok dar bir kadro tarafından paylaşılmış durumda. “Bu yapılar 30 yıldır sürerken şimdi neden patladı?” sorusunun cevabını aslında 21. yüzyılda aramak gerekiyor. Çünkü 20. yüzyılın Arap dünyası ile 21. yüzyılın Arap dünyası arasında farklılıklar var. 20. yüzyılın Arap dünyasında; liderler, jakoben aydınlar ve geniş bir cahil halk kitlelerinin olduğunu görüyoruz. Bu dönemde okumuş olan az miktardaki orta sınıf aydınlar, kendi ülkelerinde iyi iş bulamazsalar, Batı’ya akabiliyorlardı. Avrupa’da, Amerika’da, Kanada’da veya Avustralya’da iş bulabiliyorlardı. Cezayirli bir makine mühendisi tutup Paris’te çalışabiliyordu. Mısır’lı bir doktor Amerika’da iş bulup orta sınıf ve üstü olarak hayatını sürdürebiliyordu. Aynı zamanda, muhalif aydınlar da Avrupa ya da Amerika’da huzur içinde yaşama imkânı bulabiliyorlardı. Bir Mısırlı muhalif, solcu ya da sağcı, ülkesinde baskı gördüğünde Fransa veya İngiltere’ye veya başka bir Batı ülkesine gidip orada yaşabiliyordu. Fakat, 21. yüzyılda bu değişti. Öncelikli olarak Arap toplumları içinde okuma yazma oranı giderek yükseldi. İnsanlar uydudan bütün dünyayı izlemeye başladılar, internet aracılığı ile bütün dünyayı izlemeye ve oralarda yaşanan gelişmelerden haberdar olmaya başladılar. İletişim hızlandı. Hatta, mevcut iktidarlar bu iletişim olanaklarının farkında değilken halk bunları kullanmaya başladı. Bu süreçte Batı’nın baskılarına ve iki yüzlü politikalarına da bir tepki oluşmaya başladı. Irak’ın işgali Batı’ya ve İslâm ile terörün aynı kağıdın üstüne yan yana yazılma isteklerine bir tepki oluşturdu. Aynı zamanda, Batı göç yasalarıyla kapılarını kapattı. Bir Mısırlı aydın rahatça Batı’ya gidemez oldu. Gittiği ve yerleştiği zaman da kendisini orada rahat hissetmemeye başladı. Batı’da yaşayan Arap ve Müslüman kökenli insanlar, vatandaşı oldukları ülkelerde kendilerini rahat hissetmemeye başladılar ve bir huzursuzluk ortaya çıkmaya başladı. İslamofobi giderek ırkçılığa ulaştı. Fransa’da doğmuş ve Fransız vatandaşı olan Cezayir kökenli bir Fransız bile ırkçılığa maruz kalmaya başladı. Irkçılık yalnızca şiddet demek değil. İnsanlar iyi iş bulamamaya, işlerini kaybetmeye veyahut iyi okullarda eğitim alamamaya başladı. Aslında, ilk olaylar da Tunus’da başlamadı. 11 Eylül 2001’de ilk patlama yaşandı. 11 Eylül’ü yapan Arap gençler cahil değildi, yoksul değildi. Bu gençler Batı’da eğitim almışlardı ve bir tepki ile bu işi yapmışlardı. İkinci patlama, 2005’te Paris’te yaşandı. Kuzey Afrika kökenli Fransız vatandaşları Paris’i adeta yaktılar. Bu da bir patlamadır. Sisteme karşı bir başkaldırı olarak bunlar ortaya çıktı. Fakat, bu da anlaşılmadı ve üzerine gidilmedi. Çözüm üretilmedi. Irkçılık arttı. Ötekileştirme arttı. Batı’nın Doğu’dan kendini soyutlaması, kapıları kapatması arttı. Şimdi de Tunus ve Mısır’da benzer bir patlama yaşanıyor. Sedir devrimi olarak isimlendirilen Lübnan’daki olayları ya da İran’daki muhaliflerin gösterilerini de bu süreçte yaşananlar arasında sayabiliriz. Bu olayların yaşandığı ülkelerde kimse temelde “Biz Batı ile bütünleşelim, Batı kültürü ile yaşamaya özeniyoruz ve istiyoruz” demiyor. “Daha demokratik ve daha refah içinde kendi ülkemizde kendi kültürümüzde yaşayalım” diyorlar. Bu patlamalara da genç kesimin önderlik yaptığını görmekteyiz.
Şunu da görmemiz lâzım: Demokratik dönüşüm şeklinde tanımlayabileceğimiz bu hareketlerde kitlelerin bir ideolojisi yok, aynı zamanda bir kadro da yok. “Devrim” diyorsak, bütün devrimlerde -Bolşevik devriminde, Fransız devriminde ya da İran’daki devrimde- bir ideoloji ve onun da bir kadrosu vardı. Devrim başaralı olduğu takdirde de bu kadroların ideolojileri çerçevesinde ülkeyi yeniden şekillendirdiğini görüyoruz. Burada bir ideolojik alt yapı ve örgütlenmiş bir kadro olmadığını görüyoruz. O zaman, “Bu değişim sonrasında ne olacak?” sorusu önemli hâle gelmektedir. Önümüze iki seçenek çıkmaktadır: Birincisi, eski kadroların bir türevi önümüze çıkabilir, ki Tunus’ta buna benzer bir yapıya doğru gidilmektedir. İkincisi de bölgede ideolojiye ve kadrolara sahip radikallerin yavaş yavaş sistemi ele geçirebileceği bir düzene doğru da gidilebilir. Bu ülkelerdeki demokratik kurum alt yapısının ve kültürünün son derece zayıf olduğunu da biliyoruz. Böylesine zayıf sistem içerisinde demokrasinin gelişmesi de çok zaman alacaktır. Türkiye’de demokrasinin tarihi 200 yıla yakın olmasına rağmen hâlen biz anayasa tartışmaları yapıyorsak ve kurumları sistem içindeki rollerini tartışıyor ve oturtmaya çalışıyorsak, bu ülkeler ne yapacak? Bunu görmemiz lâzım. Bu dönüşüm hareketi nerede duracak, nasıl duracak, örneğin İran’a yansıyacak mı? Bölgede nüfusu en kalabalık ülkelerden biri İran, genç ve eğitimli bir nüfus var ve onlar da şu anda yönetimi beğenmiyorlar. Acaba bu olaylar İran’a da sıçrar mı? Bunu da düşünmemiz gerektiğine inanıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder