26 Aralık 2012 Çarşamba

BU SANAT (çı)LARA NE OLDU?


 Bir ülkede toplumun gelişmesi, demokratikleşmesi, özgürlük ve insan haklarının genişletilmesinde sanatçıların rolü çok büyüktür.
        Gazetelerin bile yalnızca haber başlıklarını okumakla yetinen bir toplumda tanınmış kişilerin ve özellikle de sanatçıların her söylediği söz toplumda geniş yankı bulur.
        Bu nedenle de sanatçıların toplumsal sorumlulukları vardır. Bu sorumlulukları gereği de söyledikleri her söz, tavır ve davranışlarında daha özenli, dikkatli olmak zorundadırlar.
        Son günlerde, özellikle de kendilerini Kemalist, Atatürkçü olarak öne çıkaran, sözüm ona cumhuriyete sahip çıktığını iddia eden kimi sanatçılar, yine o bildiğimiz kibirli, üstenci, ukala tavırlarıyla toplumda gereksiz tartışmalara neden oldular.
        Fazıl Say’ın arabesk dinleyenlere yönelik hakaret ağırlıklı sözlerinin ardından Levent Kırca’nın terbiye sınırlarını aşan, insanların kişilik haklarına saldıran tavır ve sözleri, sanatçı kompleksi dediğimiz konuyu bir kez daha gündeme getirdi.
        Aslında aydın ve sanatçılarda sıkça rastladığımız aşırı özgüvenden kaynaklı yüksek ego ve buna bağlı kompleksleri bir anlamda hoşgörüyle karşılamak mümkün olabilir.
        Ama Levent Kırca gibi uzun yıllar halkın geniş kesimleri tarafından ilgi ve beğeniyle izlenmiş bir sanatçının bu denli sevimsiz, çirkin bir görüntü sergilemesi, sanatçılara karşı toplumda giderek bir antipati ve önyargı oluşmasına da neden olabiliyor.
        Bir insan, hele de sanatla ilgiliyse sürekli kendini yenilemek, değişen ve gelişen koşullara uygun davranabilmek adına kültürel anlamda evrensel kaynaklardan beslenmek zorundadır.
        Aksi halde Levent Kırca örneğinde olduğu gibi anlamsız ve gereksiz polemiklere ucuz malzeme olur, yılların kazandırdığı ün ve itibar bir çırpıda yok olur gider.

        Aslında itibarı sarsılan yalızca sanatçı değildir. O sanatçının kendini kitlelere pazarlamak için kullandığı siyasi argumanlara sarılarak, ona sahip çıkan kişi ve kurumlarda prestij kaybına uğrar.
        Yakın zamanda Altın Portakal festivalinde jüri başkanlığına seçilen Hülya Avşar’ı da kıskanarak yine böylesi gereksiz bir polemik başlatan Levent Kırca, kendini sosyal demokrat, Kemalist göstermeye kalktı diye oyunlarını propaganda malzemesi olarak kullanmaya çalışan CHP örgütlerini de zora soktu.
        Gündem yaratmak adına Kemalist söylemlerle ortaya çıkan, Atatürkçü maskeler takan herkese sahip çıkmak, AK Partiye söven kim olursa onu yandaş kabul edip savunmak, kimseye yarar sağlamayacağı gibi CHP gibi iktidar alternatifi bir partinin bu konularda biraz daha seçici davranması gerekmez mi?
        Levent Kırca, yaptığı çirkin şovla bir gerçeği daha ortaya koymuş oldu. Milliyetçilik, ulusalcılık, Atatürkçülük kimsenin tekelinde değildir. Hele de vatanseverlik öyle Levent Kırca gibilerin değerlendireceği, karar verebileceği değerler hiç değildir.
        Kendi hastalıklı kişiliğini rahatlatmak, sanatının gerisine düşmüş kimliğini yeniden kabul ettirebilmek için her önüne gelene kara çalan, vatan hainliğiyle itham eden biri yalnız kendine değil, çevresine de zarar verir.
        Bir zamanlar yaptığı sosyal içerikli skeç ve oyunlarla gönüllerde yer edinen, bir halk insanı olarak kabul gören Levent Kırca bugün ne yazık ki sefilleri oynuyor.
        Bir sanatçı ancak bu kadar kendisini küçültebilir.
        Eğer değişim ve yenilenmeden yana nasibinizi almıyor, kendinizi sürekli gelişen ve değişen koşullara uyduramıyorsanız, sonunuz Levent Kırca gibi olacaktır.


9 Aralık 2012 Pazar

Özgür birey,özgür Toplum....: ALGILARIMIZ...

Özgür birey,özgür Toplum....: ALGILARIMIZ...: Demokrasi; insan aklının – teokratik sistemleri bir kenara bırakarak konuştuğumuzda – ürettiği en gelişmiş sistemdir. Platon’dan günümüze ...

ALGILARIMIZ...


Demokrasi; insan aklının – teokratik sistemleri bir kenara bırakarak konuştuğumuzda – ürettiği en gelişmiş sistemdir. Platon’dan günümüze kadar tartışılmış, üzerine sözler söylenmiş bu sistem diğer yönetim sistemleriyle kıyaslandığında hep bir adım önde zikredilmiştir. Dünya üzerindeki pratik uygulamaları da göz önüne alarak konuşacak olursak uygulanan sistemlerin arasında homo sapiens için en ideal durumdaki sistemdir demokrasi. Buradaki maksadım demokrasinin diğer sistemlerle kıyasını yaparak olayı ideolojilerin de devreye girdiği bir tartışma düzlemine çekmek değildir.
Demokrasi, yaratılışından özgür olma güdüsüyle gelen insan için yönetimin idealize edilmiş hali olarak karşımıza çıkar ve demokrasinin işlerliği ve işlevselliği bireye sağladığı özgürlüklerin miktarı  ve bireyin – bir çoğu da doğuştan gelen – sahip olduğu özgürlükleri koruyabilme yetisiyle ölçülür. Bu noktadan olaya yaklaşıldığında adına “Devlet” denilen devasa organizasyonun anlamlı olabilmesi için devletin yönettiği bireyin özgürlüğünün güvence altına alınmış olması gerekmektedir.
Soğuk savaştan günümüze olan süreçte genelde dünya, daha özelde ise Avrupa insanının demokrasiyi algılayış biçimi ve demokrasiden olan beklentileri “özgürlük” kavramına olan yaklaşımının değiştiği ölçüde değişmiş bulunmaktadır. Bireyin özgürlüğü algılayış biçimindeki değişim doğal bir sonuç olarak demokrasiden dolaylı olarak da devletten beklentilerin değişmesine sebep olmuştur.
Osmanlı’nın devlet anlayışı içerisinde oldukça önemli bir yere sahip olan “Devlet ebed müddet” kavramı bireyin devlete yaklaşım tarzı içerisinde bir değişime uğramıştır. Osmanlı’da yerleşmiş olan ‘birey devletin bekası için vardır ve devlet mevzu bahis olduğunda bireyin önemi yoktur’ algılayışı günümüzde yerini ‘devlet birey için vardır ve devlet bireyin özgürlüğünü ve gereksinimlerini karşılamak zorundadır’ düşüncesine kısmen bırakmıştır. Tabii ki bu bahsettiğimiz akşamdan sabaha gerçekleşen bir durum değildir. Olması da düşünülemez. Soğuk savaş süresi içerisinde ulus devletler, kendi bekaları için derin yapılanmalara gitme ihtiyacı hissetmişler ve büyük devletlerin birçoğu bu yapılanmaları aktif olarak kullanmışlardır. Devletin devamlılığını sağlamak maksadıyla bu derin yapılanmalar devlete karşı düşman olarak gördükleri her olguyu ortadan kaldırmak için, kanunlar dahi göz ardı edilerek, her türlü aktif eylemi düzenlemekle vazifelendirilmiş bunu da başarıyla yerine getirmişlerdir. Bu noktadan bakıldığında ülkemizde de onca faili meçhul cinayetin gerçekleşmiş olması çok da anlamsız olmasa gerektir.
Gelişen teknoloji, televizyon ve internetin günlük yaşamdaki yerlerini artırmaları, son dönemde de sosyal medyanın etkisiyle bireyin devlete bakışında ciddi bir kırılma gerçekleşmiş, devlet olgusu sahip olduğu kutsallık vasfını yitirmeye başlamıştır. Demokrasilerin daha özgürlükçü bir söylemle işletilmeye çalışılıyor olması birçok Avrupa devleti için geçmişindeki derin yapılanmalarla yüzleşmeyi beraberinde getirmiş ve devlet içerisindeki bu yapılanmalar sancılı süreçlerle tasfiye edilmeye girişilmiştir.
Günümüz algısında artık devletin devamlılığının sağlanması için bireylerin feda edilebileceği düşüncesi yerini devlet, bireyin özgürlüklerini korumak ve kollamak, güvence altına almak için vardır düşüncesi almıştır.
Bizim devletimiz için de gelinen noktada bu derin yapılanmaların tasfiyesi kaçınılmaz bir durum olarak karşımıza dikilmiştir. Uzunca bir süre devletin başındakiler deve kuşu misali kafalarını kuma gömerek bu tasfiye eyleminden uzak durmayı kendi iktidarlarını korumak için uygun görseler de gün itibariyle artık bu pek de mümkün görünmemektedir. Az evvel de dediğimiz gibi bu sancılı bir süreçtir; devamlılık, inat ve direnme gücü ister. Halkın beklentisinin bu doğrultuda olduğunu da sandıktan çıkan sonuçların gösterdiğini düşünecek olursak devletin başındakilerin de bu direnme gücü ve devamlılık gayretine sahip olduklarına inanmak çok da safdillik olmasa gerektir. Önemli olan bundan sonra yapılacaklardır. Yani devlet ve toplum olarak bu yüzleşmeyi yapmaya ve gereken tasfiyeyi gerçekleştirmeye olan inancımızdır. Hem toplum hem de devleti yönetenler bunu gerçekleştirmeye azmettikleri sürece bu sancılı süreç bir gün gelip bitecek ve devletimizde algılarımızdaki doğal yerine oturacaktır.

25 Eylül 2012 Salı

DEMOKRASİMİZ GELİŞMELİ.....








                 Eşitlikten bahsediyorsak hiçbir akıl bir diğerinden üstün olamaz. Üstünlük iddiasındaki akıl, toplumsal münasebetleri dayatmacı bir yöntemle hal yoluna sokmaya çalışır.
                
                  Siyasete dair konuşma imkânı salt bilgelerin, akil adamların ayrıcalığı değildir.  “büyük kurucularla” “büyük düşünürler” arasında bir adımlık bir mesafe vardır. En şaşmaz doğrulara sahip oldukları iddiasında olan ve bu doğrulara tutunarak herkes adına konuşma şehvetine kapılmış “filozof siyasetçilerin”, insanlığın başına ne türden düşünsel ve pratik belaları musallat ettikleri tarihsel deneyimlerle kayıtlıdır. Dolayısıyla ahkâm keserken iktidarlaşmamak, en güçlünün dümen suyuna kapılmamak işten bile değildir.  akil adamlar sözünün bir tür “aristokratik ihtiyarlar heyetini” çağrıştırması Akıl, akıldan üstündür vecizinin karşısına akıl yaşta değil, baştadır vecizini çıkarmak… 
              
                     Her türden seçkinciliğin ve büyük adamlar söyleminin panzehiri, dün olduğu gibi bugün de demokrasidir. Elbette temsili ve katılımcı demokrasi söylemlerinin ötesinde bir demokrasi…  

25 Ağustos 2012 Cumartesi

DEMOKRASİ


Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi demektir. Demokrasiyi, yönetim sisteminde halkın iradesinin egemen olması ve yönetenlerin halk tarafından denetlenmesi olarak da anlayabiliriz.
Günlük yaşamda demokrasinin anlamı biraz daha genişleyip zenginleşiyor. Örneğin demokrasiye uygun kişilik özelliklerine baktığımızda, demokrat olmanın pek sıradan bir özellik olmadığını görüyoruz.
Halkın, yönetim hakkını kullanıp işleyişi denetleyebilmesi için bireylerin sosyal ve politik konularda duyarlı olmaları gerekiyor. Ancak çevresinde olup bitenlere karşı duyarlı olan insanlar, yönetime katılma ve denetleme konusunda irade ve inisiyatif sahibi olabilirler.
Demokrasi
Demokrat Olmak
Demokrasi, toplu ve katılımlı irade olduğundan işbirliği, konunun önemli kavramlardan birisi olarak yer alır. Bu nedenle bireylerin birbirlerini kabul etme, karşılıklı saygı gösterme ve birlikte çalışabilme özelliklerine sahip olmaları gerekir.
“Ben yaptım oldu” veya “Bilirsem ben bilirim” tarzına sahip jakoben insanları çevrenizde görebilirsiniz. Bu kişiler, asla yanıldıklarını kabul etmezler. Yanıldıkları zaman da “dün, dündür; bugün, bugündür” olur. Demokrat bir birey, öncelikle yanılabileceğini ve bundan ders alıp tutum ve davranışlarını düzeltebileceğini kabul eden bireydir.
Gerçekten demokrat kişilik yapısı, her zaman yeni durumların olabileceğini kabul eden, dolayısıyla yeni gelişmelerle görüş ve düşüncelerine değiştirebileceğini benimseyen özelliktedir. Kimse yanılmaz değildir. Değişimin kendisinin bile değiştiği bir dünyada başka türlü olmak mümkün müdür?
Toplumumuzda en zor anlaşılan kavramlardan birisi de eleştiridir. Eleştiri, kolayca bir karalama kampanyası haline dönüşebilirken, eleştirilen de kritikleri kabul etmekte hayli zorlanır. Demokrat kişilik, hem eleştirilere tahammüllü olmayı hem de eleştirinin dozunu yapılan yanlışı düzeltmek olarak anlamayı zorunlu kılar. Eleştiri, denetlemenin en önemli araçlarından birisidir.
Yukarıda sözünü ettiğim özelliklerin doğal sonuçlarından birisi de demokrat kişinin esnek ve açık düşünceli olmasıdır. Demokrat insan, kendisini başkalarının yerine koyarak onları anlamayı becerebilen kişidir. Bu da bir diğer özellik olan uzlaşmacılığın kapısını aralar. Uzlaşmacılık, biteviye ödün verme anlamına gelmez tabii. Çatışmaları yönetip denetleyerek ortak kararlara varabilmeyi hedefler.
Benim demokrat bir insanda arayacağım diğer iki özellik saygı ve hoşgörüdür. Bu iki özelliği yeterince geliştirmemiş bir insanın uzlaşmacı olması da mümkün değildir zaten.
İnsanlar güven duydukları kişilerle işbirliği ve katılım içinde olurlar. Bireylerin sorumluluklarının farkında olduklarını birbirlerine hissettirmeleri ve karşılıklı bir güven ortamı sağlamaları demokrasinin işlerliği için kaçınılmazdır.
Bu ölçütleri kullanarak kim demokrat, kim değil; onun sınaması da size kalıyor. Kolay gelsin…

27 Nisan 2012 Cuma

farklılıklarımızı koruyarak, müştereklerimizi arttırmamız gerekiyor

Cumhuriyet’in kayıp ruhu


Adeta reddi miras ile kurulan Cumhuriyet’in en büyük sorunu kendisini oluşturan unsurları bir arada tutan ortak değerler paydasını genişletememek oldu. Çünkü geri kalmışlığın nedenlerini Osmanlı ve İslam geleneği ile Doğulu olmakta arayan Cumhuriyet elitleri, birleşik bir millet olmak için gerekli pek çok damarı bilmeden kopardılar. Tarih, gelenek, kültür ve dinin yerini bilim ve Batılı anlamda milliyetçilik ile doldurabileceğini düşünen elitler beklenebileceği üzere bunu da başaramadılar. Ne demokrasi ne de serbest piyasa değerleri devlette kök saldı. Geçici önlemler kalıcı hale geldi, geçiş döneminin aşırılıkları Cumhuriyet’in temel değerleri sanıldı. Sonuçta milletiyle kopuk, hatta halkını potansiyel düşman sayan, demokrasi ile Cumhuriyet’i rakip bilen, darbeciliği yöntem, zorbalığı erdem zanneden ve kendisini de Cumhuriyet’in sahibi ve bekçisi olarak gören gruplar ortaya çıktı.
Cumhuriyet tarihine bakarsak devletin her kesim ile kavgalı olduğunu rahatça görürüz. Kürtler, dindarlar, İslamcılar, gayri-Müslimler, geleneksel kıyafetliler, Aleviler, solcular, sağcılar, ülkücüler ve daha niceleri. Bırakınız halkı, kendisini devlet sanan mekanizma seçilmiş hükümetlerle bile kavgalı oldu, ona karşı darbe yaptı, hatta başbakan idam etti vs.

Bu şekilde 21. yüzyılda yol alınamayacağı açık. Yapılması gereken ilk iş gelenek, kültür, din ve doğulu olmakla liberal demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinin çelişmediği gerçeğini devlet aklının merkezine yerleştirmek. Rahmetli Turgut Özal bu konuda en önemli adımları atmıştı. Yapılması gereken onun yarım bıraktığı işleri tamamlamaktır. Ancak, bu söylediğimiz sanıldığı kadar da kolay bir iş değildir. Kaybedilen yıllar ve geçmişte bırakılmış güçlü bağların ıslahı, güçlendirilmesi, bazı yönleriyle de günümüze uyarlanması gerekmektedir. Başka bir deyişle Osmanlı değerlerini ham olarak alır, neo-Osmanlıcılık deyip bugüne taşımaya kalkarsanız olmaz. Çünkü hayat Osmanlı’yı aşalı çok oluyor.
Bu bağlamda ilk ve en önemli iş Türkiye insanlarını birleştiren ‘ortak payda’yı genişletmek ve güçlendirmek olmalıdır. Her milletin ortak değerlerinden oluşan bir paydası vardır. O payda ne kadar kapsayıcı ise o millet ve onun devleti o kadar güçlü ve başarılı olur. Bunu söylerken elbette farklı fikirler olmasın, farklar ortadan kalksın demiyoruz. Tam aksine, “farklar olabildiğine çoğalsın, ancak bu farkların hepsinin kesiştiği asgari müşterek geliştirilmeli” diyoruz. Örneğin ABD’de ister Demokrat olsun, isterse Cumhuriyetçi, ifade özgürlüğü en temel değer ve ortak paydadır. Amerikalılar Irak’ta ne yapacakları konusunda çok farklı yöntemleri savunabilirler, ancak iş Amerika’yı Amerika yapan temel değerlere ve bu ülkenin dünyadaki çıkarlarının korunmasına geldiğinde akan sular durur ve partiler arasındaki farkları görmek zorlaşır. Aynı durum Fransa için de, İngiltere için de geçerlidir. Oysa Türkiye’de millet, milliyetçilik, dinin yaşam içindeki yeri, laiklik, ifade özgürlüğü, demokrasi, kılık kıyafet serbestîsi ve diğer bazı temel değerlerde dahi bir mutabakatın kurulamadığı görülüyor. Elbette aşırı uçlar olur, her ülkede temel değerlere farklı bakanlar da ortaya çıkabilir. Ancak bizdeki durum çok daha vahim. Başka ülkelerde marjinal olması gereken oluşumlar bizde ana akımlardan biri haline dahi gelebiliyor.

Özetle farklılıklarımızı koruyarak, müştereklerimizi arttırmamız gerekiyor. Bu konuda elimizde kıymetli bir örnek de var aslında: Çanakkale Ruhu. 97 yıl önce bugün, 18 Mart 1915’de bu toprakların insanları eşine az rastlanır bir destanı hep birlikte yazdılar. Cephede hiç kimse yanındakinin mezhebini, kıyafetini, ideolojisini, memleketini vs. merak etmedi. O gün tüm Türkiye oradaydı ve hep birlikte kutsallarını savundular. Türkiye aynı ruhu ve o kadar geniş bir ortak paydayı Kurtuluş Savaşı’nda bile yakalayamadı. 3 yıl sonra Çanakkale Zaferi’nin 100. yılı, 2023 ise Cumhuriyet’in 100. yıldönümü...bunlar tartısılmalı...ınatla ve ısrarla....

4 Nisan 2012 Çarşamba

                                               




                                                  12 EYLÜL                                                                 

                                                12 Eylül aslında Türkiye toplumunun tarihinde yaşadığı en politikleşmiş döneme ve duruma karşı yapılmıştır. siyasal politizimin yükseldiği bir süreçte tarihinin en politikleşmiş dönemini yaşadı.

Siyasal partiler, geleneksel siyasal çizgilerin güdümünden çıktı. Geleneksel merkez sol ve sağ partiler daha militan, dinamik, aşırı sağ veya sol grupların nüfuz alanına girdiler. Dönemin Cumhuriyet Halk Partisi, Adalet Partisi gibi klasik partileri kendi seçmenlerini kontrol etmekte fevkalade zorlandılar ve o rüzgârın geldiği taraflara doğru eğildiler. Yani AP olduğundan daha milliyetçi ve daha dindar, CHP olduğundan daha sol gözükmek zorunda kaldı. Sol, tarihinde ilk defa kitleselleşti. Ona reaksiyon olarak doğan faşistlerin kontrolündeki sağ kitle hareketi de kendi tarihinde olmadığı kadar politik aktivite içerisine girdi. Türkiye toplumunun köylerinde, kasabalarında ve büyük şehirlerindeki üniversiteler, fabrikalar, iş yerleri ve hatta devlet aygıtının mensupları yani polisler, jandarma ve subaylar da bu büyük politikleşme dalgasının dışında kalmadı. Bu durum, kendilerini Türkiye toplumunun doğal yöneticisi sayan, devlette yuvalanmış asker-sivil bürokrat zümrelerin görebileceği en tehlikeli durumdu. Yani şu veya bu siyasal eğilimdeki bir kadronun Türkiye’yi yönetmesi de onlar açısından tehlikelidir; ama halkın, sıradan insanların kendilerini birer vatandaş düzeyine getirebilmeleri, bu eylemliliği gösterebilmeleri, bunun sorumluluğunda olabilmeleri, bu zümreler açısından kendi tarihsel varlıklarını sona erdirebilecek bir durumdu. Bu bakımdan bir aşırı sağcıdan çok daha derinden tepkiliydiler


                                                1970’lerde insanlar solun onlara vaat ettiği fikrin etkisiyle ciddi bir politikleşme yaşadı. Ama bu ilişkilerden dolayı, ilk defa politikanın özneleri haline gelebilen insanlar, 78’den sonra silahlı mücadeleye, silahlı çatışmaya karşı daha kötü hissetmeye başladılar. Şevkler azaldığı ölçüde yorgunluk ve bıkkınlık da başladı. Ve 12 Eylül darbecileri tam da toplumun bu bıkkınlık düzeyinin belirli bir noktaya geldiği, bir çeşit pata kalma durumunda gerçekleştirdiler darbeyi. Öyle bir noktaya gelindi ki artık kurtarılmış bölgeler vardı, çarpışmalar oluyordu ve tabii ki bu durum, yani hareketin amaçlarıyla hâlihazırdaki durum ve ilişkiler arasındaki çelişkiler o noktadan sonra 12 Eylül müdahalesi için uygun vasatı hazırladı. Ordu müdahale ettiğinde direnme olmadı. Ve Ordu da 12 Eylül Cuntası ve onun yönlendirdiği anlayışla Türk toplumuna karşı adeta gençliğe yeni adım atmış, kendini bir şey zannettiği için veya “ben artık erginim” dediği için anasını, bilhassa babasını dinlemediği için evden çıkmış, fakat sonra da dışarıda başına iş açmış, aç kalmış, yaralanmış bir çocuğa nasıl davranılırsa öyle davrandı. Bu sefer onun eskiden sahip olduğu hakları, mesela evinin avlusunda oynayabilmesini bile yasakladı. Ve suçluluk hali içinde olan, başaramamış ve bütün bu eylemin sonucunda kendine karşı güvenini önemli ölçüde yitirmiş bir topluma karşı ceza vermek isteyen bir babanın sevgisizliği ve hırsıyla yaklaştı.
                                                                1980’lerde bütün dünyada bir güçler değişimi oldu, bir ikinci endüstriyel devrim yaşandı. Bu sadece endüstri ve üretim yapısının kökten değişmesine yol açmadı, bilgi de değişti. Bilginin teknolojiye uygulanışı, yöntemleri değişti. Metalaştırma son derece derinleştirildi, postmodern bir evreye geldik. Üretim yöntemleri olarak postfordizm, fakat daha derin bir şey. Ama bunu sola anlatmak zor, çünkü sol üretim ilişkilerinden mülkiyet ilişkilerini anlıyor. Mülkiyet ilişkilerini değiştirmek kolay, kanunlarını çıkarırsın ve değiştirirsin. Ama üretim ilişkilerini değiştirmek için üretimi başka türlü yapabilmek gerek. Bilginin, alışkanlıkların, işlevlerin başka türlü taksim edilmesi gerekiyor. Bunu çözmek ancak toplumla yapılabilecek bir şey, toplumun herhangi bir eser üreten tüm ilişkilerine yayılan bir şey. Onun için üretim ilişkileri çok önemli bir kavram. Bunun ısrarla böyle anlaşılmasına devam ediliyor çünkü o zaman ancak muhafazakâr bir siyasetin araçlarını kullanma imkânınız olur.

14 Şubat 2012 Salı

BEN BU ŞUBAT TAN KORKMAYA BAŞLADIM ARKADAŞ..

Devletin bir birimi diğerine basına yansıdığı gibi ve o ölçüde karşı çıkıyorsa ortadaki durum nasıl anlatılır bilmiyorum..Bugün kürsülerde  hala statükocu devlet yapısını savunanlar bu ülkeyi nasıl dönüştürecekler...Askeriyede ve Emniyet teşkilatında hala bu dönüşümün Kürt Sorunu çözülmeden gerçekleşeyemecegini kabullenen bir zihnıyet ve kadro var...Buna karşılık hükümet onların baskısından kurtulmak ve olayları sivil bir kapsama taşımak için MİT'le işbirliği yapmaktaydı. Nitekim askerin elindeki dinleme aygıtlarının MİT'e kaydırılması önemli bir göstergeydi, başlı başına bir tercihti, tavırdı, tutumdu. son olayların odak noktasında yer alan KCK operasyonuna da ışık tutuyor. MİT'in KCK'yı kontrol ettiğinin çok açık olduğu bu aşamada Emniyet'in o örgüte dönük sürekli baskıları, baskınları, tutuklamaları MİT'le Kürt kesiminin, dolayısıyla o sorunu nihai olarak sonuçlandıracak sivil otoriteyle Kürtlerin arasını açacak mahiyettedir
Şimdi yargı marifetiyle varılan nokta arasındaki uçurum insanı hayretten donduruyor. Ama ne yapalım ki böyle. Türkiye'de o derin devlet ve onun iktidar oyunu içinde sürekli olarak değişen kompozisyonu böyle bir baltalamayı göze aldı. Bütün bu nedenlerden ötürü hâlâ devam eden ve bir "güç gösterisi" olan bu girişimi bir darbe girişimi olarak değerlendirememek ve bunun hükümete olduğu açıkça bir  gizli girişim yapıldığını görmemek büyük hata olur kanımca..

.Bu şubat ayından korkmaya başladım ben ...28 şubat süecinin halk üzerinde ki tepkisi açıktı..ancak ülke demokrasisinden çok şey götürdüğü de aşikar.Umudum odur ki tüm bu olumsuzluklara rağmen ÜLKEMİZ DEMOKRASİ si bu parlementer dönüşümü başaracak HALK desteğine sahiptir.

16 Ocak 2012 Pazartesi

ANLAM KARMAŞALARI İÇİNDE VAR OLMAYA ÇALIŞMAK

Uzunca bir dönemdir hatta yüzlerce yıldır Türk toplumsal yaşamından, siyasi, politik ve kültürel alanlardan sağduyu, olan biteni tanımlamada objektif yaklaşım, rasyonel değerlendirme uzaklaşmış durumda. Yaşanılan şeyleri salim bir kafa ile yorumlayabilme ise hiç yok. Her şeye belli kavram ve güdülenmişliğin penceresinden bakıyoruz. Yaşam alanımıza giren her şey şabloncu bir mantalite ile değerlendirilmekte. Kendi üzerimizde düşünebilme yeteneğimiz de oldukça kısır. Kendimizi tanıyabilme imkanına ve bu imkandan hareketle çevremizi anlamlandırabilme vasfına hele hiç sahip olamamışız. Sanki zihin dünyamız tarihin belli bir kesiminde ve belli kişilikler üzerinde donup kalmış. Dünya sanki zihnimizin donup kaldığı o zamanlardan ibaretmiş gibi. Karşımıza çıkan bugüne ait problemleri çözmede başarılı olamıyoruz ve tarihin belli dönemlerini ve oradaki kişileri aynı şart ve zeminde bu zamana getirme mücadelesi içine giriyoruz. Sonuçta ne o zamanları anlayabiliyoruz ne de kendi problemlerimize bir çözüm bulabiliyoruz.

İçi boşaltılmış, zamanını ve zemini yitirmiş kavramların çizdiği bir anlam dünyasında yaşıyoruz. Neyi savunuyorsak yada neyin yanında yer aldığımızı iddia ediyorsak aslında savunu ve iddialarımızın en uzağındayız. Hayatımız sürekli reddedişlerle devam ediyor. Kabul ettiklerimizin anlamlarını ise hiç bilemiyoruz nedense. Modernlerimiz hiç modern olmayan bir zihne sahipler. Çağdaşlarımız bir konuştuklarında ortaçağ karanlıkları dile geliyor diye düşünmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Dindarlar konuştuğunda sanki ahiret diye bir yerin olmadığı vehmine kapılabiliyoruz. Çünkü o kadar çok dünyayı seviyorlar ki. Liberallerimiz lafı ele aldıklarında özgürlükten korkuyoruz. Çünkü özgürlük adında bir kölelik düzeni savunuyorlar gibi geliyor. Milliyetçilik denince bir ırkın dışındaki başka bir ırka hiç yaşam hakkı tanımıyoruz. Sanki ırkları ve insanları çeşit çeşit Allah yaratmamış…

Türkiye’de garip bir inanç sistemi yaratılmış. Sistem varlığının devamı için belli sinir uçları oluşturmuş ve toplumu bu sinir uçlarıyla kontrol ediyor. Gerektiği zaman bu sinir uçlarıyla harekete geçiriyor. Yani akledebilme yetisi elinden alınan toplum, karar vericilerin, güç sahiplerinin, iktidar odaklarının hipnozlarıyla hareket eden bir mekanizmaya dönüşüyor. İstenildiğinde en ilerici gruplar en gerici yobazlar haline geliyor. Gerici yobazlar ise ilericilik maskesini takabiliyor. Ülkemiz her türlü ideolojik yobazlarla, pratik yobazlarla, laik yobazlarla, dinci yobazlarla ve liberal demokrat yobazlarla çevrelenmiş durumda.

Stabil bir devlet ve toplum yapımız yok maalesef. Böyle bir stabilitenin yokluğundan kaynaklı bir boşluk hali. Geçmişten geleceğe kesintisiz devam eden yada bir düzene kavuşmuş, bütüncül bir anlam dünyasına sahip değiliz. Bilginin, tarihin sürekli bir dezenformasyona uğratılarak zihinlerin kirlendiği bir aktüel dünyamız var. Tarihsel hadiseler asli bağlamından kopartılarak sunulmakta. Tarihsel olaylar ve kişiler onları kullananlar tarafından sorgulanamaz, dokunulamaz varlıklara dönüştürülmektedir. Bir nevi fetişleştirme hadisesi. Kutsanmışlık havası…

Biz de insan zihninden ve elinden çıkma kavramlara, düzenlemelere tanrısal bir izafiyet addedilir. Özellikle de bu günden öncekilere. Dün hep güzeldir. Dünde yaşayanlar hep iyidir. Bu gün kötüdür. Bu gün yaşayanlar da kötüdür. Bütün anlayışımız bu temelden yükselir adeta. Var olan yapıları sorgulamak, değiştirmek kolay değildir onun için. Yeniden yapmak için yıkım yapamayız. Bu dediğimiz şey ülkemizdeki laik-seküler olarak tanımlanan için de dindarlar için de böyledir. Mitlerin etrafında örülmüş tarihi anlatılar, tanrılaştırılan kişilikler…

Ve bütün bunlara bir de korku eklenir. Allah’tan korkmak, devletten korkmak, bürokrasiden korkmak… Her şeyin temelinde korku vardır. Kaybetme korkusu. Bize sevmeden, tanımadan, bilmeden ziyade korku öğretilir. Bilinçaltımızda hep o vardır. Devlet vatandaşından korkar. Vatandaş devletinden çekinir. Her ne kadar da seçimle iş başına gelen iktidarlar olsa da demokrasi için büyük mücadele verdiğini iddia eden parlamentolar olsa da insanımız yine türlü türlü korkular üretir. Yada üretilen korkularla esir alınır. Halkın büyük çoğunluğunun tercihiyle iş başına gelenleri bazı kesimler tanımaz. Halkın oyuyla iş başına gelenler diktatörlük yapmaya başlar.

Stabil olmayan yapımızdan stabil olmayan saflaşmalar yaratılır ondan sonra. Kendine malzemeye arayan medyada bu saflaşmaları sonuna kadar tetikler. Malzemeyi ta iliklerine kadar sömürür.

İşte tam da burada Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanan 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı kutlama törenleri ile ilgili yazısı dolayısıyla oluşan atmosferi anlamlandırabiliriz.

Malumdur bizde bütün bayramlar, törenler onları kutlayan öğrenciler ve öğretmenler için işkenceye bürokratlar için ise gövde gösterisine dönüştürülür. Hiçbir şeyin farkında olmayan ufacık öğrenciler, tertemiz dimağlar bilmedikleri, yaşları gereği bilemeyecekleri bir takım kavramlar ve törenler için adeta işkence çekerler. Yarım saatlik bir protokol için öğrencilere aylarca hazırlık yaptırılır. Bu hazırlıkların öğrencinin bedensel ve zihinsel gelişimine hiçbir katkısı da olmaz. Hamasi nutuklar, hiçbir edebi-sanatsal değeri olmayan şiirler ezberlettirilir. Çocuklar ileriki yaşlarında şiirden ve edebiyattan nefret ederler.

Yıllar öncesinden kalan, hiçbir geçerliliği olmayan bir takım hareketler yapılır. Bu yıllar öncesinden kalma ritüeller öğrencilere hiçbir şey veremez.

Askeri, sivil bürokratların bir takım duyguları kabaracak, heyecanlanacaklar diye çocuklar yağmurun, güneşin, soğuğun altında titrerler, hasta olurlar. Milli duygulardan içten içe nefrete varan bir yere doğru giderler.

Sevinç, coşku anlamına gelen bayramlar bizde eziyete dönen, yaşamı durduran, yolları kapatan sinir harplerine dönüşür. Halkı hiçe sayan yalnızca bürokratik elitlerin gövde gösterisine dönüştürülen ilkel bir ritüel haline gelen kutlamalar aynı zamanda yaşanan iki yüzlülüğü de ortaya koyar. Zorlamayla, baskıyla yapılan törenler hiçbir zaman gayesine ulaşmamıştır.

Bu bağlamda herkesin şikayetçi olduğu, 23 Nisan kutlamaları, 19 Mayıs törenleri öğrenciler için işkencenin ötesinde bir anlama sahip değildir. Zorlamayla yapılan törenler, dersten kaçmak için törende görev alan öğrenciler. Anlamsız güç gösterileri… Bunlardan kurtulmak gerekiyor. Bayramları daha bayram haline getirmek gerekli.

Bayramlar bütün insanların, öğrencilerin gönüllü katılımlarıyla kutlandığında, tek sıra, hazır kıta şeklinde öğrencilerin tören alanlarına götürülmediğinde anlamlıdır.

Ülkemizde bayram kutlamalarıyla ilgili kime sorarsanız sorun kutlamaların anlamsızlığından, boşunalığından dem vuracaklardır. Çünkü okula giden her vatandaş bu törenlerin hayatımıza bir anlam katmadığının farkındadır. Ama şimdi Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı düzenleme ile toplumun bir çok kesiminin tepkisini çekmiştir. Herkes törenlere adam gibi düzenleme getirilsin ama diye başlamaktadırlar. Çünkü yukarıda söylediğimiz gibi bilinçaltındaki bir takım korkular bilinç üstüne çıkmaktadır. Genlerimizdeki yobazlık hortlamaktadır. Ne kadar ilerici olduğumuzu iddia etsek te!... Yıllar öncesinde üç beş yönetici elit tarafından belirlenen törenler sanki değiştirilmesi günah bir dini ritüelmiş gibi sunulmaktadır. Öbür yandan Cumhuriyetimizin seçkinleriyle problemi olan halkımızın dindar kesimi bir gol daha attık havasına girmektedirler.

Aslolan her türlü seçkinci, elit, kendini halkın üzerinde gören bürokratik, sivil, askeri anlayışların ötesinde insan tekini savunabilmek. Onun izzetini, şerefini ayaklar altına almamaktır. İnsan tekini yok sayan her türlü protokolü yok edebilmektir. Gerisi laf-ü güzaftır.

Hikmeti kendinden menkul törenler hiç kimseye bir şey kazandırmaz. Bunlar üzerinden toplumu karşı karşıya getirmek daha büyük sıkıntıdır. Gerçekçi bir bakış açısıyla problemlerin değerlendirilip çözümler aramak gereklidir. Kaçak güreş yapmak, topu taca atmak kimseye bir şey kazandırmaz. Eğitim alanındaki yığınla sorunları görmezden gelerek toplumun sinir uçlarına dokunup gerilim yaratmak, gerilimden nemalanmak hiç hoş olmayacaktır.

Sonuçta ilkel bir uygulama olan, herkesin rahatsızlık duyduğu, öğrencileri okuldan, dersten soğutan törenler yeniden düzenlenmektedir.

Çocukları adeta bir yarış atına döndüren, hayatımızın hiçbir döneminde faydası olmayan bilgilerle hayatımızın belirlendiği saçma, insan fıtratına aykırı sınava dayalı sistem yerine daha insani bir eğitim sistemi nasıl kurulur buna kafa yormamız gerekir.

Belli kavramlar etrafında kör dövüşü yapmak asla yarar getirmez.

Bir de geçtiğimiz günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı okullara bir yazı göndermişti. Ara tatilde öğrencileri Umre’ye götürmeyle ilgili.

Şimdi toplumsal hafızamızın niteliği hakkında ipucu verecek bir olay daha. Bir kesim laiklik elden gidiyor diyor. Diğer bir kesim ise gol sayısını arttırdığını düşünüyor.

Konuya İslami bilinç açısından baktığımızda günümüzde yapılan Hac ve Umre’nin amacına ne kadar ulaştığı düşündürücüdür. Hac, İslam birliğinin, kardeşliğinin sembol haline gelmesidir. İslam dünyasıyla aramıza çekilmiş sınırları kaldırmadığımız, mübarek beldeleri içler acısı durumdan kurtarmadığımız sürece oralara yapılan her ziyaret turistik bir amaca hizmet edecektir. Yani buradan Kıbrıs’a, İtalya’ya yada herhangi bir turistik yere gitme arasında fark gözükmemektedir.

Haccı, Umreyi ekonomik güç göstergesi haline getirmek, oraya gidip vicdan rahatlatmak, bunların hiç birinin Haccın, umrenin anlamıyla ilişkisi yoktur.

Düşüncelerime tercüman olması dolayısıyla Ahmet ÖZCAN’dan aşağıdaki anekdotu aktarmak isterim.

Tarih: Ağustos 2011
Yer: Diriliş Yayınları.
Mehmet Görmez (diyanet işleri başkanı): Üstadım Sezai Karakoç, sizinle birlikte bu yıl hacc farizası yapmak istiyoruz. Vaktiniz müsait olmazsa ilerde umre de yapabiliriz. Bize bu mübarek yolculukta misafirimiz olma lütfunu bağışlar mısınız..
Sezai Karakoç:(10 dakika düşündükten sonra): Teşekkür ederim. Normalde tabiiki isterim. ancak ben Allah’ın evine, Peygamberimiz’in evine, kendi vatanımızın en kutsal beldesine pasaportla gitmem....

Ayrıca şu ayrıntının da gözden kaçmaması gerekir: Umreye öğrenci göndermekle din devleti olacağız yaygarası koparanlar modern batı dünyasıyla organik bir ilişki içinde olan iktidarın bu yönünü neden gözden kaçırmaktalar?

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız ve iki örnekle de somutladığımız memleketimizin bu yapısından kurtulması gerekiyor. Bir yüzleşme yaşanmalı. Var olan saçma sapan kategorilerin ötesinde bir anlayış gerekli. Yeni bir düşünme biçimi. Her türlü sahtekarlık halinden memleketin kurtulması lazım. Sloganik sahtekarlar susmalı.

Aslolan insandır. Gerisi teferruat.

                              www.aybaruygur.com.